Rusya'da
üniversite öğrencilerinin yarıdan fazlasının paralı okuduğu bildiriliyor. Novıye
İzvestiya portalı son 5 yılda eğitim maliyetlerinin yüzde 14 ile 66 arasında
değişen oranlarda arttığını yazdı.
Portal
Ayrıca önde gelen üniversitelerin eğitim ücretlerini sıraladı. Buna göre,
Yüksek
Ekonomi Okulu (VŞE) yıllık eğitim ücreti 555 bin 673 ruble (6 bin 250 dolar);
Hariciye
üniversitesi MGİMO’nun ücreti 670 bin 648 ruble;
MFTİ’nin
eğitim ücreti 414 bin 800 ruble;
Moskova
Devlet Üniversitesi’nin eğitim ücreti 429 bin 135 ruble oldu.
Portal
ülkede eğitim alan üniversite öğrencilerinin sayısının 4 milyonun üzerinde
olduğuna dikkat çekiyor.
Rusya'da
YEGE tabir edilen üniversite sınavında başarılı olup ücretsiz kontenjanlara
yerleşemeyenler paralı bölümlere gidiyor.
Rus eğitim
ajansı RAEX geleneksel üniversite sıralamasının bu yılki sonuçlarını açıkladı.
Business
FM portalı pek çok kategoride Moskova Devlet Üniversitesi’nin yine ilk sırada
yer aldığını yazıyor.
Bilişim dalında
Rusya'nın en iyi üniversitesi bu yıl MFTİ oldu.
Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler
alanında en iyi üniversite ise yine Moskova Devlet Üniversitesi
olarak açıklandı. Bu alanda ülkenin en iyi ikinci üniversitesi St. Petersburg
Devlet Üniversitesi olurken üçüncü sırada hariciye üniversitesi MGİMO var.
Matematik, beşeri bilimler ve doğa
bilimleri alanındaki bütün kategorilerde ise liderlik Moskova Devlet
Üniversitesi’ne ait.
Elektronik, Radyo teknolojisi ve iletişim
sistemleri alanının birincisi MİFİ olarak açıklandı. Bu kategorize
ikincilik ve üçüncülük Baumanka ile Yüksek Ekonomi Okulu (VŞE)’ye ait.
Hafif imalat teknolojisi
alanında en iyi üniversite St. Petersburg Devlet Üniversitesi oldu.
Nükleer enerji
alanında bir numaralı eğitim kurumu olarak MİFİ olarak gösteriliyor.
En iyi Tıp Fakültesi ise
Petersburg'daki Seçyonovski Üniversitesi oldu.
"Beryozka" mağazalar
zinciri, SSCB'de döviz karşılığında (yabancılara) veya
sertifika karşılığında gıda ürünleri ve tüketim malları satan, markalı
perakende mağazalarından oluşan bir ağdı.
Diplomatik hizmetlere yönelik “D” serisi çekleri kabul eden
bir “Beryozka” ağının yanı sıra, Intourist otellerinde döviz kabul
eden (hediyelik eşya, kürk, yiyecek satışı) bir mağaza ve kiosk ağı da
mevcuttu.
Bu perakende zincirinin mağazaları, Moskova, Leningrad, Novosibirsk,
birlik cumhuriyetlerinin başkentleri, büyük bölgesel merkezler ve bazı liman ve
tatil kentlerinde; Soçi, Sevastopol, Volgograd, Yalta, Novorossiysk, Izmail, Vyborg ve Nakhodka’daydı.
Beryozka zincirinin mağazaları, sıradan vatandaşların
dikkatini çekmemek için kural olarak şehirlerin merkezi caddelerinde yer
almıyordu. Vitrin yoktu, sadece tabelalar vardı.
Beryozka’nın selefinin 1931-1936 yıllarında var olan
"Torgsin" (Yabancılarla Ticaret Tüm Birlik Derneği) mağaza zinciri olduğu
kabul ediliyor. Ancak bu ticaret ağının Beryozka'dan temel bir farkı vardı,
çünkü Sovyet nüfusunun en geniş katmanlarından altın ve döviz değerli eşyaların
kabul edilmesine izin veriyordu ve hatta esas olarak buna odaklanıyordu.
Torgsin'in faaliyet gösterdiği yıllar boyunca nüfus, gıda ürünleri ve mallar
için ödeme olarak yaklaşık 270 milyon altın rubleyi kabul etti.
Beryozka mağaza zincirinin oluşumundan önce, büyük metropol
mağazaları GUM,TSUM ve Moskova'daki “özel departmanlar”
yabancı işçilere hizmet veriyordu .
Örneğin, GUM'da üçüncü katta sıradan ziyaretçilere kapalı böyle
bir "para birimi" bölümü bulunuyordu. Bu tür departmanlarda, yalnızca
Vneshposyltorg kataloğundan ön sipariş verilen ve Vneshtorgbank aracılığıyla
banka havalesi yoluyla ödenen malların ihracı gerçekleştiriliyordu. Böyle bir
sistem, mal alışverişine izin vermediği için son derece elverişsiz ve esnek
değildi. Örneğin, yanlış bedendeki ayakkabıları veya paltoyu değiştirmek bile
mümkün değildi. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’nde yabancı işçilere ve aile
üyelerine yönelik hizmetleri iyileştirmek için,1964 yılında sertifika ticareti
yapan (1977'den beri - çekler için) Beryozka mağaza sistemi oluşturuldu.
1961 yılında SSCB'de oluşturulan “sertifika” (ve 1 Ocak
1977'den itibaren “kontrol”) mağazaları “Beryozka” önce “Glavyuvelirtorg”a,
ardından SSCB Dış Ticaret Bakanlığı'nın Tüm Birlikler Birliği “ Vneshposyltorg ”a
aitti. .
Beryozka'larda neredeyse paralel Sovyet para birimine
karşılık gelen ödeme sistemi, 1980'lerde büyük şehirlerde çeklerin Sovyet
rublesi ile takası için geniş bir karaborsanın doğmasına yol açtı. Bu
yasa dışı operasyona karışanlar, "para bozanlar" ve "döviz
tüccarları" sıklıkla dolandırıcılığa başvurdu. - çekleri
almak (değiştirme kisvesi altında hırsızlık yapmak) veya çekleri
"kırmak" (anlaşılandan daha az sayıda para aktarmak) gibi.
Ocak 1988'de SSCB Hükümeti, "ayrıcalıklarla mücadele"
ve "sosyal adalet" programları (bu " Perestroyka "
ve " Glasnost " süreçlerinden biriydi ) ve Beryozok
kampanyaları sırasında çek ticaret sisteminin tasfiye edildiğini duyurdu. Şebeke
tasfiye edildi.
1991 yılında iki dış ticaret birliği aynı anda kaldırıldı -
Sovinvaluttorg ve Vneshposyltorg ve Beryozka mağazaları SSCB Dış Ekonomik
İlişkiler Bakanlığı'nın (MFER) doğrudan departman kontroluna devredildi.
1990'ların ortalarında özelleştirilen Beryozka
mağaza zinciri kârsız olduğu gerekçesiyle tasfiye edildi.
Odaların
camlarından Kremlin manzarası görülüyor. En büyük ve en ünlü odalardan bir
tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin heykeli duruyor.
Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in arkasındaki tabloyu
ortalıyor. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin
büstleri masalarda oturanları çevreliyor.
Farklı bir kenti, kültürü tanımak ilk bakışta kendi
kültürümüzden ve kentimizden hareketle ‘farklıların’ ayırdına varma yolculuğu
gibidir. Genelde ‘egzotik’ bulduğumuz hafızamıza yer eder: “Arabalar yayalara
yol veriyor”, “Salyangoz yiyorlar”, “Eve ayakkabıyla giriliyor”, “Trafik
ışıkları yok”, “Erkekler selamlaşırken öpüşmüyor”… Kendimizi de bu gözlemlerle
daha iyi tanırız, evrensel sandığımız bazı şeylerin belli bir coğrafyaya ait
olduğunu görürüz, daha önce fark etmediğimiz detayları keşfederiz.
Mesela bugün Fas içinde yer alan Tanca kentinden 14.
yüzyılda yola çıkan gezgin İbn Battuta, ‘Anadolu’nun gördüğü en güzel memleket
olduğunu, ancak insanlarının haddinden fazla esrar kullandığını’ dile getirir.
Belki gerçekten de o dönem Anadolu’da esrar sık tüketilmiştir ancak buradaki
‘fazla’, Batutta’nın şahsi deneyimi ve bakış açısıyla belirlenir, bir
bağlayıcılığı yoktur. Asıl mesele, her ne kadar kendisi dile getirmese de çift
taraflı bir değerlendirme yapıyor oluşudur. Yani Tancalı Battuta “Anadolu’da
esrar çok içiliyor” diyorsa eğer kendi kentinde ya da gördüğü yerlerde “daha az
içildiği” anlamını da çıkarabiliriz.
Bizden ‘faklı’ olduğunun ayırdına vardığımız bir deneyim,
bizim başka kültürlerle yakınlığımızı fark etmemizi sağlayabilir. Bunu isterseniz
‘kendi kimliğimizi oluşturmak için ihtiyacımız olan öteki imgesi’ ile de
özetleyebilirsiniz.
‘Biz’ sınırı bazen kentimize, bazen bölgemize, bazense çok
daha geniş bir sahaya yayılabilir. Pek çok anlamda alışık olmadığımız bir
kimliğe sahip Moskova, bize ‘Akdenizli’ ya da ‘Güneyli’ olduğumuzu hissettiren
bir kent. Üstelik bunu soğuk havasıyla değil, soğuk havasının şehir
sokaklarında yarattığı kültürel bileşenlerle yapıyor.
Örneğin sokakların iç içe girdiği, dükkanların dışarılara
taştığı, plansız, eğilip büküle şekil almış bir şehir merkezi düşünelim. Alışık
olduğumuz bu haritada yolumuzu nasıl bulacağımızı biliyoruz; yemek yenecek
yerler nerededir, bir şey içmek istesek ne tarafa gitmeliyiz, hangi mekan bizi
içeri davet ediyor, hangi sokak tehlikeli görünüyor… İzmir’de, Atina’da,
Tunus’ta, Napoli’de ya da Beyrut’ta üç aşağı beş yukarı benzer bir radarla yol
alabiliriz. Ancak kuzeye doğru çıktıkça haritaya olan ihtiyacımız da artıyor.
Restoranlara, kafelere, barlara kaçamak bir bakışla süzüp giremiyorsunuz çünkü
bu yerler genelde yerin altında bulunuyor ve aşağıya doğru inen dik bir
merdivenle ulaşılabiliyor. Sokak hizasında da pek çok yer var ancak buralarda
da hayat sokağa taşmıyor. Üstelik bu ‘yer yüzündeki’ mekanların da önemli bir
kısmı eski binaların dışarıdan pek de davetkar görünmeyen avluları içinde yer
alıyor.
İKİ
İSİMLİ KÜTÜPHANE
Masa-sandalyeden yoksun, fazlasıyla düzenli geniş yollar ve
kaldırımlar bize ‘soğuk’ bir izlenim veriyor. Ancak şehri kenti ritmiyle
dinleyecek olursak eğer tüm bunlar yaşamın dışarıda değil içeride devam
ettiğini söylüyor. Bir önceki yazıda Moskova’nın metro istasyonları
üzerinden şehrin yer altındaki güzelliğinden bahsetmiştik. Bugün de rotamızı
yine bir dört duvar arasına çeviriyoruz ve eski adıyla V. I. Lenin SSCB
Halk Kütüphanesi yeni adıyla Rusya Devlet Kütüphanesi’ne gidiyoruz.
Gerçek anlamda ‘yabancısı’ olduğumuz bu kentin kapalı
mekanlarda atan nabzını tutabilmek için önceden sağlam bir araştırma yaparak
rota çizmek dışında pek bir şansımız yok. Moskova hakkında biraz interneti
kurcalarken Lenin Kütüphanesi hakkında ‘Dünyanın bilmem kaçıncı en büyük
kütüphanesi, Avrupa’nınsa en büyük kütüphanesi’ gibi bir ifade görünce burayı
‘belki geçerken uğrarız’ başlığı altına aldık.
Eğer özel bir ilginiz yoksa, yeni bir kent ile
tanıştığınızda onun kütüphanelerini gezmek akla gelmez. “Nasıl gelmez?” diye
sitem etmeye gerek yok, sahiden neden sayılı gününüzü kütüphane seyahatiyle
harcayasınız ki? Fakat kütüphane Moskova’nın merkezinde olunca uğramak iyice
kolaylaşıyor ve fazla bir beklenti içine girmeden yola koyuluyoruz. Hâlâ Lenin
Kütüphanesi ismini taşıyan metro istasyonunda indikten sonra kütüphane
ihtişamlı siyah sütunlarıyla karşımıza çıkıyor. Tıpkı metro istasyonunda olduğu
gibi giriş kapısındaki sütunların üzerinde de Lenin’in ismine rastlıyoruz.
Rusya’da neredeyse her kapalı mekanda bulunan ‘vestiyer’
bölümüne eşyalarımızı bırakırken buradaki kalabalık gözümüze çarpıyor.
Kütüphanenin kafesi de aynı şekilde hareketli. Daha sonra kısa bir kayıt işlemi
yaptırdıktan sonra içeriye giriyoruz. Tam da bu sırada onlarca odası olan
devasa bir yere geldiğimizi fark ediyoruz. Geçmişi 1862’ye kadar uzanan bu
kütüphanede 47 milyon kitap, belge ve çeşitli diğer eser bulunuyor. Yıllık 800
binden fazla kişi tarafından kullanılıyor. Fakat yine asıl etkileyici olan
rakamlar değil; bu bilmem kaç yüz bin kişinin demografik aralığı ya da
‘nasıl/ne amaçla’ kullandığı da bir o kadar önemli.
BİR
SOSYAL YAŞAM MEKANI
Kütüphaneye kim gider? Elbette herkesten çok öğrenciler,
araştırmacılar gider ancak bu grubun dışında pek de kimse gidip tek başına bir
şeyler okumak, arşivden bir şeyler karıştırmak için şuncacık boş zamanını
kütüphanede harcamaz. Yanlış anlaşılmasın, derdimiz ilkokul öğretmeni sitemi
ile “insanlarımız artık okumuyor” mesajı vermek ya da “çok cahiliz” diyerek
bireysel konumumuzu herkesten yukarılara taşımak falan değil. Sadece Lenin
Kütüphanesi içerisindeki sosyal yaşamın farklarını aktarmak. Çünkü burada
küçüklü büyüklü odaların içerisinden geçerken dikkatimizi masalarda oturanların
farklı yaş ve meslek gruplarından oluşu çekiyor.
Elbette burada da öğrenciler muhtemelen çoğunluktadır.
Fakat kesinlikle bizim bildiğimiz örneklerdeki kadar ezici bir çoğunluk değil
bu. Masasındaki sayfaları sararmış düzinelerce kitabı karıştıran farklı
yaşlardan insanı görmek mümkün. Ya da çok ama çok yaşlı bir amcanın o günün
gazetesini alıp bir masaya oturduğunu, ancak gözleri görmediği için gazeteye
yapışarak harfleri takip ettiğini gözlemleyebilirsiniz. Koridorlardaki ‘sesli’
okuma ve çalışma alanlarında kısa film çeken gençler, sergi gezmeye gelen
arkadaş grupları, ilgi alanlarına göre detaylıca düzenlenmiş kitaplık
odalarında gezinenler… Kütüphanenin burada kesinlikle ‘sosyal’ bir anlamı var.
ODALAR,
KORİDORLAR, MERDİVENLER
İçerideki sosyal hayatın canlılığı ve çeşitliliği ilk
dikkatimizi çeken şey olsa da yapının ta kendisini es geçmeyelim. Her katta
karşınıza onlarca dev kapı çıkıyor, kapıların odalara, odaların merdivenlere,
merdivenlerin koridorlara açıldığı bu labirentte konsept olarak bambaşka
yerlerin içine dalıyorsunuz. Kütüphanenin bu bölümleri bir tasarım harikası.
Çoğu çalışma/okuma odasının camlarından Kremlin manzarası
görülüyor. Her bir odanınsa farklı bir konsepti var. En büyük ve en ünlü
odalardan bir tanesinde, uzunca yolun sonunda, kitap okuyan büyük bir Lenin
heykeli duruyor. Her iki yanında ise Marx ve Engels heykelleri Lenin’in
arkasındaki tabloyu ortalıyor. Odanın tamamı ahşap kitaplıklarla ve balkonlarla
çevrili. Duvarlarda ise diğer büyük yazarların, edebiyatçıların, düşünürlerin
büstleri masalarda oturanları çevreliyor.
Baş döndürücü helezonik merdivenlerden geçerek bazen
kendinizi odalar arasında yer alan bir uzun koridorda buluyorsunuz. Burada biz
gittiğimizde Sovyet dönemi karikatürlerine dair çok hoş bir sergi vardı.
Serginin ardından ‘sesli’ çalışma alanlarından geçip başka çalışma odalarına
giriyoruz. Kimi odalar ‘canlı bitki’ konseptiyle tasarlanmış; her çalışma
odasında farklı bitkiler yer alıyor. Kimilerindeyse merkezde yer alan bir tablo
etrafında masalar şekilleniyor, odadan odaya kullanılan ahşap türleri de
değişebiliyor. Hemen hemen her odada kütüphanenin ismiyle orantılı bir şekilde
Lenin’in bir heykeli ya da portresi bize eşlik ediyor. En dikkat çekici
odalardan biri de 1942 yılında çocuk okuma odası olarak kullanıma açılan yer.
Çift katlı ahşap ağırlıklı bu oda küçük olmasına karşın kütüphanenin en güzel
yerlerinden biri. Tüm bu odalarda ve hollerde kurcalayabileceğiniz pek çok
kitaplık bulunuyor.
Bir mekan insanı okumaya, yazmaya, düşünmeye ne kadar
teşvik edebilirse o kadar teşvik olmuş şekilde kütüphane ‘gezimizin’ sonuna
geliyoruz. Güzelliğini beklenmedik yerlerde bize gösteren Moskova, bir kez daha
bizi şaşırtıyor ve yolumuzu sokaklardan çok, kapalı kapıların içine doğru
çevirmemiz gerektiğini söylüyor. Güneyli filtrelerimizle bu kenti gerçek
anlamda tanıyamayacağımızı, Lenin Kütüphanesi’nin sürprizlerle dolu kapılarıyla
öğreniyoruz. Görünüşe göre bir sonraki Moskova yazımızda şehrin farklılıklarına
şaşırırken kendimize dair de bir şeyler bulmaya devam edeceğiz.
Katedralin
temelinde yaşanan yolculuğun aynı zamanda Rusya’nın ve Sovyetler Birliği’nin
dönüşümüne ayak uydurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Asıl ilginç kısmı ise
aynı temeli biraz daha kazınca buluyoruz. O da tarihin her zaman doğru bir
çizgide ilerlemediği. Dün yapılanın bugün yıkılabildiği, bugün yapılanınsa
yarın külünden yeniden yapılabildiği.
Moskova Nehri’nin kıyısındaki en dikkat çekici yapılardan
bir tanesi, Kurtarıcı İsa Katedrali'dir. Mimarisiyle ilk bakışta eski bir yapı
gibi görünse de aslında bu Katedral, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında yıkılan
bir katedralin 1990’larda yapılan replikasıdır. Napolyon Savaşlarından sonra inşa
edilen kilisenin evrimi hayli çarpıcı: Stalin döneminde ‘Sovyetler Sarayı’
inşası için çeşitli patlayıcılarla yerle bir edilir, ardından dev Sovyet Sarayı
projesi yarıda kalır. Böylece sarayın temeli Kruşçev döneminde elden
geçirilerek ‘dünyanın en büyük açık halk havuzuna’ dönüştürülür. Sovyetler
Birliği yıkılmadan hemen önceyse Kilise, katedrali yeniden inşa etmek üzere
Sovyet yönetiminden izin alabilir.
Gördüğünüz üzere Rusya ve Sovyetler’in tarihi bu binanın
yıkılan, düşlenen, ardından tekrar yapılan temelinde bariz izler taşıyor.
Dolayısıyla katedralin dönüşüm hikayesi de incelenmeyi hak ediyor.
YOKSULUN
CEBİYLE İNŞA EDİLEN ŞAN
Napolyon’nun 1812’deki meşhur Rusya seferi, ordusunun
dağılmasıyla sonuçlanır. Çar I. Aleksandr da bu zaferi taçlandırmak üzere
dünyanın en büyük Ortodoks kilisesi olacak Kurtarıcı İsa Katedrali’nin inşa
emrini verir.
Tabii burada ‘emrini verir’ kısmının altını çizmek lazım.
Tarihin ‘mega’ projeleri her zaman o yapının inşa ‘emrini’ verenlerle anılır.
Ansiklopediler ‘Kral, cumhurbaşkanı, emir, ağa, bey’ ya da ‘paşaların’ inşa
kararı verdiği görkemli yapılarla doludur. Hatta kimileri biraz daha ileri
gider ve fazla düşünmeden kral bilmem kimin bilmem kaçıncı yüzyılda dev bir
binayı ‘inşa ettiğini’ dile getirir. Elbette o kralın eline kazma kürek alarak
inşa etmediği herkesin malumu. O nedenle bu ifade masum görülebilir. Fakat
yapıların mali kaynakları da kralların ceplerinden çıkmaz. Buna rağmen dev
projeler tek bir kişinin eseri gibi görülür. Ne de olsa adına ‘devlet kasası’
dendiğinde, yüzbinlerce insanın emek sömürüsünün üzerine perde iner.
Kurtarıcı İsa Katedrali’nin inşası için toplanan kaynak
ise, halkın ödediği zorunlu bedeli doğrudan gözler önüne serer. Napolyon
güçlerinin geçilmesiyle birlikte tüm Rusya’da kutular gezdirilir ve herkesten
katedral inşaatı için para toplanır. Aleksandr ‘zaferinin şanına layık
büyüklükte ve gösterişte bir katedral tasarlama’ görevini önce Aleksandr
Vitberg’e verir ve inşaat 1826 yılında başlar. Bu sırada koltuğa oturan yeni
Çar I. Nikolay, Vitberg’in tasarımından memnun kalmaz ve Aya Sofya’nın model
alındığı, Bizans mimarisinde yeni bir plan yapılmasını kararlaştırır. Viteberg
ise ‘rüşvet’ suçlamasıyla Sibirya’ya gönderilir. Görevi devralan mimar
Konstantin Ton, geleneksel Rus mimarisine uygun bir tasarım ile inşaatı
sürdürür. Nihayet katedralin inşası 40 yıldan uzun bir sürenin ardından tamamlandığında
Çaykovski, ünlü 1812 Uvertürünü yazar.
SOVYETLER
SARAYI İÇİN YIKILIŞ
Ekim Devrimi ile birlikte yeniden başkent ilan edilen
Moskova’da büyük değişimler yaşanır. İlk yazımızda Moskova’nın güney
mahallelerinden söz ederek bu şehrin nasıl yeni bir dünya düzeninin başkenti
olarak şekillendiğinden bahsetmiştik. Ekim Devrimi’nin getirdiği yenilikçi
ruh, bir süre sonra avangarttan gerçekçi bir ‘inşa’ karakterine bürünür. Sovyet
modernizmi, neoklasik mimariden esinle kendini gösterirken başkentte gösterişli
yapılar yükselmeye başlar. Moskova’da Dışişleri Bakanlığı binası ya da Moskova
Devlet Üniversitesi -ki 1990’a kadar Avrupa’nın en yüksek yapısı olmuştur-
Stalin döneminde vücut bulan mimariye örnek olarak gösterilebilir.
Sosyalist bir ülkenin inşası 1930’larda türlü
fedakarlıklarla sürerken, toplumsal dönüşüm iddiası Sovyet modernizminin
çekirdeğini oluşturur. Sovyet yönetimi, Moskova’nın merkezine Sovyetler Sarayı
binası inşa etme kararı aldığı yıllarda esen rüzgar böyle olunca tasarımlarda
da çağın ötesinde dokunuşlar göze çarpar. Devrimci bir toplum inşasına paralel
bir şekilde 1931 yılında inşaatın Kurtarıcı İsa Katedrali’nin olduğu yerde
yapılması uygun bulunur. Yeniden tasarlanan kentin en stratejik noktalarından
biri, katedralin bulunduğu yerdir ancak hiç şüphe yok ki yıkım kararı sadece
şehir plancılığı ilkelerinden hareketle alınmamıştır. Bolşeviklerin nazarında
katedral çarlık düzeninin zorbalığını temsil etmektedir. Dolayısıyla Stalin
yönetiminin Katedrali havaya uçurma planı aynı zamanda karanlık geçmişle bir
hesaplaşma demektir. Böylece 1931 yazında Kurtarıcı İsa Katedrali, onu yapan
ellerce havaya uçurulur.
Sovyetler Sarayı tasarımı için yapılan yarışmaya dünya
çapında pek çok ünlü mimar katılır, ancak sonuç olarak galip gelen proje
Ukraynalı Boris Iofan’ınkidir. Genç mimar, katedralin dinamitlenmesini şu
sözlerle açıklayacaktır: “Devasa ve hantaldı. Eski Moskova lordlarının gücünü
ve zevkini sembolize eden bir keki ya da bir çay semaverini andırıyordu.”
İşçi ve Çiftçi Kadın Heykeli’nde (1937) de imzası bulunan
Iofan’ın projesi dev bir kubbe üzerinde yükselen toplam 147 katlı, silindirik
bir kuleyi merkeze alır. Kulenin en tepesinde ise eşi benzeri olmayan
büyüklükte bir Lenin heykeli planlanır. Bugün bakıldığında geçmişten çok
geleceğe aitmiş hissi veren yapının temeli 1937 yılında inşa edilmeye başlanır.
Nehir kenarında olunması dolayısıyla temel inşaatı türlü
zorluklarla devam eder. Her şeye rağmen 1939 yılında temel tamamlanır. Fakat
Sovyetler Sarayı’nın sonu Nazilerin elinden olur. Nazi Almanyası’nın 1941
yılında Barbarossa Harekatı ile Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla birlikte
inşaat sadece durdurulmaz, aynı zamanda yapının iskeletinde kullanılan demirler
tren yollarına ya da tank fabrikalarına gönderilir.
Moskova savaştan muzaffer ayrılsa da proje ‘dondurulur’.
Stalin yönetimi savaş sonrasında yazının başında bahsettiğimiz Devlet
Üniversitesi ya da Dışişleri Bakanlığı gibi binaların yapımına ağırlık verirken
Iofan’ın getirdiği ‘alternatif tasarımları’ da geri çevirir.
HAVUZ
VE YENİDEN İNŞA
Stalin’in ölümünden sonra proje yarım kalmış haliyle
Moskova’nın merkezinde sırıtmaya devam eder. Yerine gelen Nikita Kruşçev yönetimi,
Sovyetler Sarayı projesini tamamıyla rafa kaldırarak ilginç bir uygulamaya imza
atar: Kent merkezindeki bu çukur 1958 yılında açık bir havuza çevrilir. Moskova
Havuzu olarak bilinen bu havuz, 13 bin metrekareye yayılarak dünyadaki en büyük
açık havuz olarak tarihe geçer. Halkın kullanımı için açılan havuz kış
aylarında donmasın diye ısıtma sistemi kullanılır.
Böylece Moskovalılar yaz aylarında serinlemek ya da çeşitli
su sporlarıyla uğraşmak üzere yıkılan katedralin ‘kullanışlı’ hale getirilmiş
temeli içerisinde yüzer. Her gün ortalama 20 bin kişinin kullandığı bu dev
havuz, ilk on yıl boyunca 24 milyon kişi tarafından ziyaret edilir. Halkın
yoğun ilgisine karşın 1980’lerin sonlarına doğru kimi kesimlerce dillendirilen
‘havuzun kapatılması ve eski katedralin yeniden yapılması için izin’ talebi
Sovyet yönetimince karşılık bulur. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından
bir süre havuz kullanıma kapandıysa da 1993 yazında geçici olarak açılır ancak
1995’te kilisenin inşası için temel atılır ve Moskova Havuzu tarihe karışır.
Replika olarak inşa edilen katedral, bugün Rusya’nın en büyük kilisesidir.
Ancak daha da önemlisi Ekim Devrimi öncesi mirasın yeniden keşfini harika bir
şekilde yansıtır.
Daha bütünlüklü düşünecek olursak Katedralin temelinde
yaşanan yolculuğun aynı zamanda Rusya’nın ve Sovyetler Birliği’nin dönüşümüne
ayak uydurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Asıl ilginç kısmı ise aynı temeli
biraz daha kazınca buluyoruz. O da tarihin her zaman doğru bir çizgide
ilerlemediği. Dün yapılanın bugün yıkılabildiği, bugün yapılanınsa yarın
külünden yeniden yapılabildiği.
Kurtarıcı İsa Katedrali özelinde bir de işin tartışma
boyutu var tabii. Kimileri yıkımı ve ardından yapılanları ‘kutsala hakaret’
olarak değerlendirebilir. Bu görüşün kendi açısından tutarlı tarafları
olabilir. Fakat devrimci bir ruh ile, garibanın cebinden çıkartılarak yapılan
bir binanın patlatılmasının da dayandığı bir toplumsal hissiyat vardır. Hele ki
o ‘geçmişin’ üzerine dikilecek bir abide, pek çokları için bambaşka anlamlar
ifade eder. Ha diyebilirsiniz ki “O zaman havuz ne alaka?” Sahiden havuz, bu
tartışmada en ‘anlamsız’ hatta ‘absürt’ yerde duruyor gibi. Ama tartışmada
alacağımız konumu belirlemeden önce bir kez daha düşünelim ve hatta farklı bir
gruba, Moskovalı çocuklara danışalım: Şüphesiz Moskovalı bir çocuğa sorsanız
tercihi ne dev bir Sovyetler Sarayı ne de bir katedral olacaktır. Yaz tatilinde
elleri buruşana kadar havuzda kalacak, defalarca suya atlayacak bir çocuk için
bir kilise ayini ya da idari bir binadan daha sıkıcısı var mıdır? İşte bu
yüzden kim bilir, belki de en mantıklı tasarım zıpır bir çocuğun aklından geçen
‘büyük hem de çok büyük bir havuz’ fikridir. İşler sarpa sardığında, hele ki
işin içinde eğlence varsa bacak kadar çocuğun fikrini almak en sağlıklısı olabilir.
Böyle
depresif, dejenere bir dünyada birinin ötekine benzemediği renkli, alt metni
derin Moskova Metrosu tasarımları; tek desturu kâr hırsı olan günümüzün,
monoton ve gri şehircilik anlayışına kılıç çekiyor. Gündelik hayatın nasıl tam
içine engin bir ufkun sığabileceğini hatırlatıyor.
Günümüzde güzel bir kenti tescillemenin ölçütü, baş
döndürücü bir fotoğraf karesidir. İstanbul, Paris ya da Venedik gibi
‘fotojenik’ kentler, pidecilerin duvarlarını süsler. Ya da bir şehrin ‘şahin
tepesine’ çıkıp çektiğimiz fotoğrafları arkadaşlarımıza gösteririz ve “Bak,”
deriz “ne de güzel bir şehir burası”. Oysa güzellik çoğu zaman kusursuz bir
kadrajın ötesindedir.
Moskova, kesinlikle bu şehirlerden biri. Bir meydan, bir
katedral, nehir kenarından çekilmiş bir saray panoraması şüphesiz bize
alışıldık bir ‘güzellik’ tablosu çizer. Fakat Moskova tablosunda tüylerimizi
diken diken eden güzellikler, en beklenmedik yerlerinde kendisini gösteriyor.
Kütüphaneler, metro istasyonları, mezarlıklar, yerin hep
metrelerce altında bulunan lokantalar… Bunlar, popüler tatil destinasyonları
lunaparkında ‘gezdiğini’ zanneden bir turist için pek de albenisi olan yerler
değil. Ancak alelade bir şehrin gezi rehberine asla girmeyecek yerler, burada
şehrin kalbini bize işaret ediyor: Güzelliğini gözlerden uzak muhafaza etmeyi
başaran Moskova’yı anlamak için, onu kendi ritmiyle gezmemiz gerekiyor.
Rotamızın ilk durağı, metro durakları. Moskova’ya
geldiğinizde bir gününüzü sadece metro duraklarını gezmeye ayırın desek yeridir.
Dünyanın en büyük metro hatlarından birine sahip olan Moskova’da toplam 300
durak bulunuyor. Fakat Moskova Metrosu’nu ilginç kılan, nicel büyüklüğü ya da
‘en’leri değil; ayrıntılı tasarımı. Sovyetler Birliği’nin 1930’larda kullanıma
açtığı metronun her bir durağı bambaşka bir kompozisyona sahip.
BİR
ANIT OLARAK METRO DURAĞI
Her şey metronun ‘dışında’ başlıyor. Özellikle eski metro
hatlarına, yer üzerindeki gösterişli yapılardan giriliyor. Kimisi neoklasik,
kimisi konstrüktivist, kimisi gotik, kimisi klasik izler taşıyan bu girişler,
Moskova Metrosunun bize sunacağı renkli maceranın sanki bir fragmanı gibi.
İçeri girer girmez alışılmışın dışında bir manzara ile
karşılaşıyorsunuz. Örneğin kentin biraz dışında kalan Partizanskaya Durağı’ndaki
merdivenlerin başında gösterişli bir Partizan anıtı ile burun buruna
geliyorsunuz. Durağın adından da anlaşıldığı üzere burası Nazilere karşı
savaşan partizanlar anısına inşa edilmiş. Kimi yolcular bu anıtın altına çiçek
bıraktıktan sonra peron katına iniyorlar.
Aşağıda bir tarafta 18 yaşındayken kurşuna dizilen genç
komünist Zoya Kosmodemyanskaya’nın heykeli bulunuyor. Diğer yakada ise Nazilere
mihmandarlık yaparken onları tuzağa sürükleyen ve böylece canından olan 83
yaşındaki köylü Matvey Kuzmin’in heykeli bizi karşılıyor.
Sütunların üzerinde ise, orak tutan bir kadın ile çekiç
tutan bir erkek figürünün arasında partizanlar selamlanıyor.
DEVRİMİN
DÜNDEN GELECEĞE SEYRİ
Sırada belki en ünlü metro durağı olarak
görebileceğimiz Ploshchad Revolyutsii yani Devrim Meydanı var.
Yine görkemli sütunların içerisinden girerek merdivenlere ulaştığınız durağın
girişinde önce Lenin’in mozaik portresiyle karşılaşıyoruz. Fakat asıl sürpriz
peron katında. Kırmızı mermerden kemerlerin altında toplam 76 bronz heykel
bulunuyor.
Merdiven inip peronun sonuna doğru yürüdüğünüzdeyse
kronolojik bir anlatının içerisine giriyorsunuz. Öyle ki ismini Ekim
Devrimi’nden alan bu istasyonda, devrim öncesi Rusya’sından o günün
Sovyetlerine doğru bir geçiş yapıyorsunuz. Finalde ‘geleceğin Sovyetlerine’ ait
figürlerle bu gotik yolculuğun sonuna geliyorsunuz. Her kemerde iki farklı
figür bulunuyor. Aynı figürler sütunun diğer köşelerinde tekrar ediyor.
Kronolojiyi daha açık bir şekilde anlatmak gerekirse
heykelleri sırasıyla tanıtabiliriz: İşçi ve asker devrimciler, çiftçiler ve
denizciler, kadın pilot, köpekli bir keşif askeri (ki en ünlü heykel budur) ve
kadın keskin nişancı, erkek ve kadın çiftçiler, erkek ve kadın öğrenciler,
erkek futbolcu ve kadın atlet, mayolarını giymiş anne ve baba, çocuklar.
METRO
‘ANKSİYETESİNE’ ALTERNATİF BULMA ÇABASI
Şehrin kalbinde yer alan bu metro, 1938 yılında kullanıma
açılır. Mimarı ise Moskova metrosunda büyük izler bırakan Alexey Duşkin’dir.
Duşkin’in mimarisindeki kilit nokta ise ‘metro anksiyetesiyle’ mücadeledir.
Çünkü 1930’larde, henüz metro toplum hayatında son derece yeni bir ulaşım
aracıdır. Trenlerin yer altından gidiyor oluşu da haliyle çoğu kişide insani
bir ‘kaygıya’ neden olur.
Şöyle bir düşünecek olursak, toprak üstünde yaşamaya
alışmış biz insanlar için yer altında olmanın ilk bakışta çekince uyandırması
kadar anlaşılabilir bir şey olamaz. Hatta bırakalım 1930’ları ve çağımızı ele
alalım. Örneğin, on yıllardır İstanbul’da metro olmasına karşın suyun altından
giden Marmaray ilk açıldığında kimileri denizin altından gitme fikrine
tedirginlikle yaklaşmıştı ve insanların alışması zaman almıştı. Başlı başına
metronun toplum hayatında yeni bir şey olduğu zaman uyanacak hisleri siz
düşünün!
İşte bu yüzden Duşkin’in mimariye kattığı bazı yeniliklere
rastlıyoruz. 1930’larda mimarlar kemerli kolonları daha ‘ince’ göstermenin
insanlardaki kaygıyı azaltacağını düşünür. Duşkin ise bu kemerli kolonların
köşelerine koyduğu heykellerle aynı algının sağlanabileceğini savunur, nitekim
Ploshchad Revolyutsii’de bunun örneğini verir.
YERALTINDAN
GÖKYÜZÜNE AÇILAN PENCERELER
Duşkin’in bir diğer ünlü metro durağı tasarımı olan Mayakovskaya Durağı’nda
da benzeri bir anksiyete azaltma kaygısına rastlıyoruz. Ancak bu sefer sadece
biçimsel olarak değil aynı zamanda ‘içerikte’ de bir ferahlık arzusunu
görüyoruz.
Öncelikle bu durak adını fütürizmin öncü isimlerinden şair
ve sanatçı Vladimir Mayakovski’den alıyor. Şairin şiirlerinden dizeleri metro
istasyonunun girişinde tavanda bulunuyor. Ancak Mayakovski’nin şiirlerinde
kullandığı ‘çelik’ gibi imgelere de dolaylı olarak rastlamak mümkün. Burada
kemerlerde paslanmaz çelik dikkatimizi çekiyor. Nitekim Moskova Metrosu’nun ‘neoklasik’
mimarisi burada yine Mayakovski’nin kendisiyle uyumlu şekilde avangart bir
dokunuş kazanıyor.
Peronların arasında 33 görünür kubbeler ise bize hem
Mayakovski’nin sanatını hem de ferahlık hissini düşündürüyor. Kubbenin tam orta
yerinde Sovyet ressam Alexander Deineka’nın ‘Sovyet Gökyüzünde Bir Gün’ isimli
mozaik eserleri yerleştirilmiş. Bu eserler Mayakovski’nin de işlediği
temalardan esinlenirken aynı zamanda insana kubbenin üzerinde toprak değil de
bir gökyüzü olduğu hissini veriyor.
Uçaklar, fabrikalar, paraşütler, ağaçlar, dalgıçlar,
biçerdöverler, çiçekler, elektrik telleri, top oynayan çocuklar… Tüm tablolar
bakanın kendini yere uzanmış hissettiği bir perspektifle işlenmiş. Dolayısıyla
kubbe adeta yeryüzüne açılan bir cammış gibi hissediyorsunuz.
İşin daha da ilginci Naziler Moskova’ya yaklaştığında bu
durağın en önemli sığınaklardan biri oluşudur. Şüphesiz o günlerde kubbelerin
pek çoğunda yer alan uçaklar, Moskovalıların içerisine daha farklı duygular
serpmiştir.
GELENEKSELİN
YENİLİKÇİLİĞİ
Böylece yine taşıdığı isimle kazandığı konsept ile bize
uyumlu oyunlar oynayan Mayakovskaya’dan ayrılıp başka duraklara durağa
geçiyoruz. Yeri gelmişken söylemeden geçmeyelim: Metrolar dakikada bir geldiği
için metro durağını treni beklerken incelemek her zaman mümkün olmuyor. O
nedenle birkaç seferi kaçırmayı göze alarak peronları geziyoruz.
Her ne kadar her metro durağı birbirinden farklı olsa da
Moskova Metrosu’nun estetiği dediğimizde herkesin aklına gelen bir ‘gelenek’
bulabiliriz. Bu da geleneksel Rus mimarisinin şiddetli bir şekilde hissedildiği
bazı duraklarda karşımıza çıkıyor. Bağlamları farklı olsa da devasa avizeler,
süslü kolonlar ya da parlak renkli tavanlar bize Moskova’nın toprak üzerindeki
merkezinde gördüğümüz geleneksel mimariyi hatırlatıyor. Novoslobodskaya
Kiyevskaya yada Komsomolskaya bu tarzdaki istasyonlara örnek olarak
sayılabilir.
Ancak ‘geleneksel’ diyorsak yanlış anlaşılmasın, buradaki
‘gelenek’ metrolara ait bir gelenek değil. Kültüre ait bir gelenekselden
bahsediyoruz. Kulağa paradoksal gelse de geleneğin böylesi bir şekilde metroya
aktarımı ‘yenilikçi’ bile sayılabilir. Zira dünyada eşine rastlamıyoruz.
GÜNDELİK
HAYATI SIRADIŞI KILMAK
Moskova’da gezilecek, hikayesini kazıdıkça bizi şaşırtacak
daha o kadar fazla metro istasyonu var ki bir yazıya sığdırmak imkansız.
Turumuzu burada sonlandıralım. Eğer yolunuz Moskova’ya düşerse, sadece rastgele
metro istasyonları gezerek bir gününüzü geçirin. İnanın bu gezinizde aklınıza
pek çok farklı soru gelecektir.
Örneğin neden bugün benzeri bir özgünlükten uzaktayız?
Büyükşehirlerde yaşayanların gün içerisinde kamusal alanda belki en fazla
içerisinde bulunduğu mekanlar metro istasyonları. Buna rağmen neden metro
istasyonları sermaye tarafından sömürülen monoton yaşamlarımızın, bir o kadar
kasvetli yansımaları olarak karşımıza çıkıyor? Bırakın ruhsuzluğu, hiçbir
hikayesi olmayan metro istasyonlarının isim hakkı bile satılığa
çıkartılabiliyor.
İşte aradığımız ve bulduğumuz güzellik burada, yerin
altında. Hem en çok bulunduğumuz hem de en umursamadığımız mekanda. Böyle bir
depresif, dejenere bir dünyada birinin ötekine benzemediği renkli, alt metni
derin Moskova Metrosu tasarımları; tek desturu kâr hırsı olan günümüzün,
monoton ve gri şehircilik anlayışına kılıç çekiyor. Gündelik hayatın nasıl tam
içine engin bir ufkun sığabileceğini hatırlatıyor.
“Ayçiçekleri”( İtalyanca: I girasoli ), 1970
yapımı, Vittorio De Sica'nın yönettiği, Sophia Loren ve Marcello
Mastroianni’nin başrollerini oynadığı bir film.
İtalya, Fransa, Sovyetler Birliği ve ABD'nin uluslararası
ortak yapımı olan film, Sovyetler Birliği'nde çekildi; bazı sahneler
Moskova yakınlarında, diğerleri ise Ukrayna'nın bölgesel merkezi Poltava yakınlarında
çekildi.
Filmin
konusu:
"Aşk
için doğmuş bir kadın. Onu sevmek için doğmuş bir adam. Çıldırmış bir dünyada
zamansız bir an."
Hikaye, Antonio'nun Afrika'ya gitmesinden sadece birkaç gün
önce nişanlarının gerçekleştiği Napoli'de başlar.
Giovanna ( Sophia Loren ) ve Antonio ( Marcello
Mastroianni ), Birbirlerine deli gibi aşıktırlar.
Giovanna, nişanlısına on iki günlük evlilik izni alarak evlenmeyi
düşünüyordu. Bu arada savaşın biteceğini umuyorlardı.
Antonio'nun II. Dünya Savaşı sırasında görevlendirilmesini
geciktirmek için evlenirler. Törenin ardından, Lombardiya eyaletindeki evinde
geçirecekleri bir balayına giderler.
Bu onlara on iki günlük mutluluk kazandırmıştır.
Sonra başka bir yol ararlar. Antonio'nun askerlikten muaf
olması için deli raporu alması planını denerler.
Ancak bu plan da tutmaz.
Plan ortaya çıkınca askeri mahkemeye düşüp ceza almamak
için Antonio doğu cephesine gönüllü olarak katılmak zorunda kalır.
Sonunda Antonio Rus Cephesine gönderilir.
İtalyan askerleri 1943'te geri çekilirler.
Ancak dönenler arasında kocası Antonio yoktur.
Savaşın sonunda, Milano istasyonunda Giovanna, Don
Cephesinden geri çekilme günlerini Antonio ile paylaşan bir askerle tanışır.
Gazi, yok edilen takımdan, Kızıl Ordu'nun saldırılarından, zorluklardan
bahseder. Açlıktan ve soğuktan yola devam edemeyecek kadar zayıf olan Antonio’yu
anlatır.
Gazi kadına Antonio'nun ölü mü yoksa hayatta mı olduğunu
söyleyemez, ama umut Giovanna'yı terk etmez.
Askeri yetkililer ve Savunma Bakanlığı ona doğru bilgi
verememektedir.
O ise kocasının ölmüş olabileceğini kabul etmemektedir.
Çaresizdir.
Ve sonunda kocasını bulmak için Moskova'ya gitmeye karar
verir.
Tüm zorluklara rağmen Giovanna, gerçek aşkının savaştan sağ
çıktığına ve hâlâ Sovyetler Birliği'nde olduğuna inanmaktadır.
Kararlı bir şekilde onu bulmak için Sovyetler Birliği'ne
gider.
Moskova’ya vardığında kendisine SSCB Dışişleri Bakanlığı
temsilcisi eşlik eder.
8. Ordunun savaştığı yerlerin yanı sıra savaş sırasında
asker ve sivillerin gömüldüğü ayçiçeği tarlalarına, köylere ve mezarlıklara
kadar giderler.
Antonio'dan iz yoktur.
Onu sabırla takip eden yetkili, İtalyan askerlerinin
bulunduğu devasa bir mezarlıkta bulunan mezar taşına kazınmış bir şiiri tercüme
ederek teselli etmeye çalışır.
Giovanna, Sovyetler Birliği'nde, ölen her İtalyan askeri
için bir çiçeğin olduğu ve Almanların İtalyanları kendi toplu mezarlarını
kazmaya zorladığı ayçiçeği tarlalarını ziyaret eder.
Giovanna hala kocasının öldüğü fikrini kabullenmemektedir.
Arayışına tek başına devam eder.
Sonunda Giovanna Antonio'yu bulur.
Bir kasabada Antonio'nun bir fotoğrafını gören bazı yaşlı
kadınlar, küçük kızı olan genç bir kadın olan Masha'nın yaşadığı bir kulübeyi gösterirler
ona.
Kocası şimdiye kadar hayatını kurtaran bir kadınla ikinci
bir aile kurmuştur ve bir kızları vardır.
Giovanna'nın gelişinden endişelenen kadın, Antonio'yu karda
ölürken nasıl bulduğunu anlatır.
Birlikte kasabanın küçük bir istasyonuna giderler. İş
dönüşü Antonio trenden bu istasyonda iner.
Ve yıllar sonra karşılaşırlar.
Duygusal bir karşılaşmadır bu.
Antonio, bütün hikayeyi, Sovyetler Birliği'nde kalmasının bir
seçimin sonucu olduğunu anlatır.
Giovanna için büyük bir hayal kırıklığıdır yaşadıkları. Umutsuzluktan
bunalmış bir halde, ona tek bir kelime bile söylemeden hızla trene biner.
Çocuğu olmayan, kocasına sadık kalan Giovanna, kalbi
kırılmış bir halde İtalya'ya döner, ancak aşkının yeni hayatını bozmak istemez.
Bir süre sonra Antonio İtalya'ya döner ve o sırada Milano'ya
taşınan Giovanna'yı arar. Ondan kendisiyle birlikte Sovyetler Birliği'ne
dönmesini ister.
Bu arada Giovanna, birlikte yaşadıkları ilk evden çıkıp
kendi dairesine taşınarak kendisine yeni bir hayat kurmaya çalışmaktadır. Bir
fabrikada çalışmakta ve erkek çocuğu olan bir adamla yaşamaktadır.
Antonio onu ziyaret eder ve yeni hayatını, savaşın bir
erkeği nasıl değiştirdiğini, yıllar süren ölümden sonra yeni kadınıyla kendini
ne kadar güvende hissettiğini anlatmaya çalışır.
Antonio'nun kızının ya da kendi yeni oğlunun hayatını
mahvetmek istemeyen Giovanna, İtalya'dan ayrılmayı reddeder.
Ayrılırken Antonio, yıllar önce onun için getireceğine söz
verdiği bir kürkü ona verir.
Ertesi sabah Giovanna, Antonio'ya istasyona kadar eşlik
eder.
Antonio'nun treni onu Giovanna'dan ve İtalya'dan sonsuza
dek uzaklaştırırken aşıkların gözleri birbirine kilitlenir.
Ödüller
ve adaylıklar
1970 - En iyi kadın oyuncu dalında David di
Donatello ödülü (Sophia Loren).
1971 - En İyi Orijinal Film Müziği dalında Oscar adaylığı (Henry
Mancini).
Çekim
mekanları
Çekimler SSCB'de, özellikle Ukrayna SSR'sinin Poltava
bölgesindeki Chernechiy Yar köyünde gerçekleşti.
Sophia Loren'in bir Rus köyünde nişanlısını sorduğu sahne
Zakharkovo'da çekildi.
İtalyanların Stalingrad'daki geri çekilme
sahnesi, Kalinin bölgesi, Konakovsky bölgesi, Gorodnya köyü
yakınlarındaki Volga'nın buzunda çekildi.
Moskova çekimleri: Leninskie Gory metro istasyonunu, Yürüyen
Merdiven Galerisi, GUM.
Rus köyündeki sahne Kolomenskoye'de çekildi.
Giovanna'nın evden ayrılıp tren istasyonu Kanatchikovsky
Proezd'e gittiği sahne . Giovanna'nın trene bindiği istasyondaki
sahne Kanatchikovo istasyonu .
Giovanna'ya İtalyan evinin gösterildiği sahne Kolomenskoye müze
rezervinde , kolektif çiftçi evleri "Bahçe Devi" hala korunurken
çekildi.
Giovanna, Spassky Kapısı'ndan geçerek Antonio'nun
yakında vardiyasından döneceği eve doğru yürür.
-İtalyan senarist Cesare Zavattini'nin İtalyan yeni
gerçekçi sinema akımının gelişmesinde en az Vittorio De Sica kadar önemli
bir yeri vardır. De Sica bu akımın öncü yönetmeni, Zavattini ise kuramcısıdır.
Zavattini De Sica için tam 26 senaryo yazmıştır. Birlikte pek çok filme imza
atan ikilinin en çok hatırlanan filmleri arasında Ladri di Biciclette (Bisiklet
Hırsızları,1948), Miracolo a Milano (Milano'da Mucize,1951) ve Umberto
D. (1951) sayılabilir.
-Filmde Sophia Loren'in bebeği rolünde oynatılan
bebek Carlo Ponti Jr.'dur ve gerçek hayatta Sophia Loren ve Carlo
Ponti'nin çocuklarıdır. Bu filmden başka sinemayla ilgisi olmayan Carlo Ponti
Jr. şimdilerde bir orkestra yönetmenidir ve California'daki San Bernardino
Senfoni Orkestrası'nı yönetmektedir (2004).
-Filmin Rus oyuncusu Lyudmila Savelyeva, 1967 yapımı
ünlü Sergei Bondarchuk filmi Savaş ve Barış (Voyna i Mir)'ın
başrolünde oynamıştı.
Moskova’nın merkezine yakın bir kafede eskiden beri
tanıdığım bir kadının dertli dertli anlattıklarını dinliyorum…
Bana, “Ne yapacağımı bilmiyorum” diyor, “Ailem
olmasaydı hemen evlenirdim. Şimdi ise yeni sevgilime aşığım. Her gün bu
ilişkiyi düşünüyorum. Bu ilişki hayatımı değiştirdi. Ben daha önce böyle bir
sevgi yaşamadım… Birbirimizi çok seviyoruz. Kocamdan bu ilgiyi göremiyorum. Ben
bir kadınım, ilgi ve sevgiye her zaman, her dakika ihtiyacım var…”
Aslında Rusya’da bu tür hikayeleri sıkça duymak mümkün.
Televizyonlarda, şov programlarında tartışma konularının ana gündem
maddelerinden biri de eşlerin ihaneti, çiftlerin kendilerine sevgili bulması. Rusya’da
televizyon dizilerinde de ana konulardan biri aldatma.
Yani Rusya’da bugün “lyubovnik” (erkek sevgili) ve
“lyubovnitsa” (kadın sevgili) toplumun en çok tartıştığı konulardan biri.
Özellikle Sovyetlerin yıkılmasının ardından aile içindeki
bu sorunlar daha da artmaya başladı. Rus uzmanlar, Sovyetlerde aile
değerlerinin daha sağlam oldugunu söylüyor.
Peki ailede neden böyle sorunlar yaşanıyor?
Bu soruyu yönelttiğim Rus psikolog Svetlana Komarova’ya
göre, eşini yeni bulduğu sevgilisiyle aldatan kadın veya erkek, önceki
kararını, yani evlenirken eşini tercih etme kararını iptal etmiş, dolayısıyla o
kararını değersizleştirmiş oluyor. Komarova, “Eğer kişi evlilik dışında bir şey
arıyorsa bu, eşinin artık onun için özel bir değere sahip olmaması anlamına geliyor.
İhanetin birkaç nedeni var: Öncelikle cinsel ilişki. Çiftler kendi ihtiyaçları
konusunda anlaşamıyor” diyor.
Rus uzmana göre, bu durumdaki çiftler genellikle çocukların
yetişmesi ve diğer sosyal yükümlülükler nedeniyle evliliğin formalite olarak
korunmasından yana. Komarova, “Aslında ihanet dediğimiz, çiftlerin birbirlerine
verdikleri sözleri ve karşılıklı çıkarlarını göz önünde bulundurmadan paralel
hayatlar yaşaması” diyor.
Komarova’ya göre, eşine sadık kalabilmenin yolu, müstakbel
hayat arkadaşını seçerken bilinçli kararlar verebilmekten geçiyor. Komarova,
“Kimse kendisi için değerli olmayan birine sadık kalamaz. Bu nedenle, sadakatin
temelinde ilişkinin derinliği, bütünlüğü ve her iki ortak için değeri yatıyor.
Evlilik, yalnızca sevginize ve tutkunuza değil, eşinizden başka birini hayal
etmenin mümkün olmadığı durumlarda karşılıklı saygı ve eşitliğe de dayanır.”
Rusya’da uzun yıllar yasayan ve eşi Rus olan bir Türk iş
adamı da ihaneti şöyle yorumluyor:
“Kadın eşinden ilgi ve sevgi göremiyorsa bunları başka bir
erkekte arıyor. Rus kadını çok çalışkan. 1990’li yıllarda Rus kadınları Türkiye
ve Polonya’dan bavullarla mallar getirerek ailesinin geçimini sağladı. Bu bence
büyük fedakarlık. Fakat erkek ona gereken ilgiyi göstermiyorsa kadın ne yapsın?
Burada temel neden ilgisizlik. Rus kadını ilgi ve sevgi bekler. Eğer bu ikisi
varsa, eşine sadık olur ve sahip çıkar.”
Bir başka psikolog, Irina Rahimova da, sıcak ve kibar
sözlerin söylenmemesi ve ilgi gösterilmemesi yüzünden eşlerin sevgili arayışına
girdiğini söylüyor.
Türkiye için 30 Ağustos neyse, 9 Mayıs da Rusya için aynı
anlamı taşıyor…
2. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya karşı
kazandığı zaferin yıl dönümü olan 9 Mayıs Rusya’da her yıl coşkuyla kutlanıyor.
Bu yıl da farklı değil; Kızıl Meydan’da askeri tören düzenlenecek ve Devlet
Başkanı Vladimir Putin merakla beklenen konuşmasını yapacak.
Özellikle yıl dönümlerinde Türkiye’nin savaş sürecinde
oynadığı role ilişkin Rus medyasında zaman zaman haber ve değerlendirmeler
çıkıyor. Kimi yorumlarda Türkiye’nin Kafkasya üzerinden Sovyetlere saldırmayı
düşündüğü iddia ediliyor, kimi yorumlarda ise tam tersine Moskova’ya yardım
etmeye çalıştığı…
Örneğin Rusya Askeri Diplomatlar Analiz Merkezi Başkanı
tarihçi Vladimir Vinokurov’a göre, savaşın başlamasından önceki süreçte Türk
diplomatlar edindikleri bilgileri Sovyet meslektaşlarıyla paylaştı. Arşiv
belgelerine atıfta bulunan Rus tarihçi, Türk diplomatların Almanya’nın
Sovyetler Birliği’ne saldıracağı konusunda Moskova’yı defalarca uyardığına
dikkat çekiyor.
Vinokurov, 1940 yılında Almanya, İtalya ve Japonya arasında
Üçlü Pakt imzalanmasının ardından Türkiye’nin Tokyo Büyükelçisi Ferit Tek’in
Sovyet Elçisi K. Smetanin’i ziyaret ettiğini anlatıyor. Tek’in ziyaretin amacı
Adolf Hitler yönetimindeki Almanya’nın Sovyetlere saldıracağı konusunda uyarıda
bulunmaktı.
Türk Elçi saldırı amacıyla Almanya’nın SSCB’yi güneydoğu
tarafından kuşatmak için Romanya ve Macaristan’da bazı askeri faaliyetlerde
bulunduğuna dikkat çekti. Sovyet Elçi Smetanin’in, Almanya ve SSCB arasında
saldırmazlık anlaşması bulunduğunu hatırlatması üzerine Büyükelçi Tek gülümseyerek,
“Ama sadece görünüşte öyle, bu kağıt üstünde bir anlaşma…” dedi.
1940 yılında Tokyo’daki Türkiye Büyükelçiliği’nde
düzenlenen 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda Tek, Sovyet mevkidaşı
Smetanin’i bir kez daha, “Almanya Avrupa zaferinin ardından mutlaka size doğru
harekete geçecek” sözleriyle uyarma gereği hissetti. Rus tarihçiye göre, Türk
diplomat yaptığı görüşmelerde saldırmazlık anlaşmasının Moskova’nın aleyhine
olduğuna sık sık vurgu yaptı.
Vinokurov, “Temmuz 1940’ta Türkiye’nin Macaristan
Büyükelçisi Ruşen Eşref Ünaydın da Sovyet Elçisi Şaronov’a Alman birliklerinin
Macaristan üzerinden Romanya’ya hareket ettiğine dikkat çekti” dedi.
Benzer şekilde 4 Ocak 1941’te Türkiye’nin Berlin
Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Alkent, Sovyet Büyükelçisi V. Dekanozov’a
Almanya’nın Sovyetlere saldıracağı konusunda uyarıda bulundu. 13 Ocak’ta Türk
diplomat Sovyet mevkidaşıyla yaptığı bir diğer görüşmede Romanya-SSCB sınırında
çok sayıda Nazi askerinin bulunduğunu söyledi.
Türkiye’nin savaşta nasıl önemli rol oynadığı konusunda
Rusya Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Moskova Uluslararası İlişkiler Enstitüsü
(MGİMO) öğretim görevlisi, emekli diplomat Prof. Dr. Yuriy Dubinin ilginç
tarihi olaylarla örnekler veriyor. Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’nın kaderini
değiştirdiğini düşünen Dubinin, şu ilginç diyaloğu aktarıyor:
“Sovyet lideri Josef Stalin 1942 sonbaharında SSCB’nin
Ankara Büyükelçisi Sergey Vinogradov’u acilen Moskova’ya çağırdı. Stalin’in üç
kere ‘Söyler misin, Türkiye bize karşı savaş açacak mı açmayacak mı’ diye
ısrarla sorması üzerine Vinogradov, ‘Hayır yoldaş Stalin…’ diye yanıt verdi.”
Güneyden bir saldırı gelmeyeceğine sonunda ikna olan Stalin
Türk sınırındaki Kızıl Ordu birliklerini Stalingrad cephesine kaydırdı. Bu
birliklerin Sovyetlerin savaşı kazanmasında önemli rol oynadığı biliniyor,
Stalingrad çatışması da savaşın dönüm noktası sayılıyor.
Vinogradov’dan bu konuşmayı bizzat dinlediğini belirten
Dubinin, “Kendisine bu bilgiyi Türk kaynaklardan alıp almadığını sordum. Bana,’
Hayır. Türk yetkililer benimle konuşmalarında çok samimi ve yakın davranıyordu.
Hatta Türk Dışişleri Bakanı ile bazen satranç bile oynuyorduk. Ama tabii ki,
devlet sırlarını benimle paylaşmıyorlardı. Gizli bilgilere de sahip değildim.
Ama Stalin’e verdiğim yanıttan emindim. Temasta bulunduğum Türk yetkililerin
konuşmalarından, davranışlarından çıkardığım sonuç buydu” dedi.
Bu uyarılar dışında Türkiye’nin savaş yıllarında Nazilerle
mücadele eden Karadeniz kıyısındaki Tuapse kentine stratejik bazı ürünlerin
sevkiyatı yaptığı da ortaya çıktı.
Rus kaynaklara göre, ‘Aleksandr Ulyanov’, ‘Pestel’ ve
‘Anatoliy Serov’ gibi Sovyet gemileri Kasım 1942’den itibaren Trabzon
limanından defalarca sevkiyat yaptı..
Benzer bilgiler Sovyet tarihçi Boris Vayner’in ‘Büyük Yurt
Savaşı’nda Sovyet Deniz Ulaşımı’ (1989 yılı) adlı kitabında da yer alıyor.
SVR de 30 kez uyarmış
Gizli servis belgelerine göre Stalin’i sadece Türkiye değil
,Sovyet istihbarat örgütü SVR de uyarmış, hem de en az 30 kere.
1938-41 yıllarına ait örgüt gizli bilgilerini kitaplaştıran
emekli SVR Generali Lev Sotskov, o dönem Berlin’de faaliyet gösteren Sovyet
casuslarının çalışmalarını anlattı. Emekli general, “Onlar orada Almanları ajan
yaparak, elçilik, bakanlık ve ordu üzerinden gizli bilgiler alıyordu. Bizim iki
iyi kaynağımız vardı: Biri Nazi Almanyası’nda İçişleri Bakanı Himmler’in,
diğeri ise Göring’in (Hava Kuvvetleri Komutanı) idaresinde çalışıyordu” dedi.
Gizli bilgilerin “Yoldaş Stalin, Molotov ve Beriya’ya”
başlıklı belgeleri yorumlayan general Sotskov, “O dönem Sovyet yönetiminin
gelişmelerle ilgili nasıl bilgilendirildiğini ortaya koymaya çalıştık.
Belgelere göre Hitler’in SSCB’ye saldıracağıyla ilgili Moskova’ya en az 30 kez
istihbarat bilgisi aktarılmış. Stalin ise dünya kamuoyu gözünde saldırgan
durumuna düşmekten korkuyordu. Evet Stalin korkuyordu. Bunu başka türlü izah
etmek mümkün değil. Buna yayınlanan bazı belgeler tanıklık ediyor. Belgeleri
incelerken şu sonuca vardım: Stalin’e başka nasıl rapor edilmesi gerekiyordu ki
her şey anlaşılsın. Saldırı hazırlığıyla ilgili her yerden bilgiler geliyordu”
eleştirisinde bulundu.
SVR’in yayınladığı belgeler arasında dönemin İngiltere
Moskova Büyükelçisi Richard Stafford Cripps’in Londra’ya gönderdiği rapor da
yer alıyor.
Ayrıca Alman asıllı efsanevi Sovyet ajanı Richard Sorge de,
Nazilerin saldırısını ne zaman başlayacağı ile ilgili doğru bilgileri
Japonlardan sızdırmış fakat Stalin bu bilgilere güvenmemiş.
Yürürken uzaktaki hoparlörlerden bir melodi bizim olduğumuz
yere kadar ulaşıyor:
“День Победы, как он был (Den Pabedi, kak on bıl)”
Zafer Bayramı, eskisi gibi…
Vladimir İvanoviç, kulağımıza gelen, her Zafer Bayramı’nda
bütün Rusların coşkuyla söylediği “Den Pabedi- Zafer Günü” şarkısına mırıldanarak
eşlik ediyor.
“Это радость (Eta radost)-
Со слезами на глазах (Sa slezami na glazah) ,-
День Победы! День Победы! (Den Pabedi! Den Pabedi!)”
Bu
sevinç, mutluluk-
Gözlerde
yaşlarla,-
Zafer
günü! Zafer günü!
Hem sevinç, mutluluk, hem de hüzünle söylenen bir marş.
Evet, Zafer Günü, ünlü şarkının sözlerini yazan, savaşın
başından sonuna kadar ön cephede savaşan şair Vladimir Kharitonov'un dizelerindeki
gibi, gözlerde yaşlarla kutlanan bir bayram.
Vladimir İvanoviç, duygulanıyor.
Gözleri buğulu, “Bizler bu Zaferin mirasçılarıyız ve hayatlarımızı
Nazizmden koruyanlar sayesinde barış zamanında yaşamaktan mutluluk duyuyoruz.
Bu fedakarlıkların hafızamızda yaşaması için onların hikayelerini korumak bizim
elimizde,” diyor.
***
Sabahın
erken saatinde kapı zili çalınınca bu defa ilk seferinde olduğu gibi bizim
padiyezd (apartman girişi)’in şifresini öğrenen uyanık Özbek patates satıcısı
yine kapıya dayandı diye düşünmemiştim.
Kapıda
Özbek patates satıcısı yoktu. Süslenmiş püslenmiş, sadece özel günlerde,
bayramlarda giydiği, temizlenmiş, ütülenmiş asker üniformasına bütün onur ve
kahramanlık madalyalarını takıp takıştırmış, üst kat komşumuz Vladimir
İvanoviç yine yüzünde kocaman bir gülücükle kapının önünde dikiliyordu.
Vladimir
İvanoviç, böyle özel günlerde bel ağrılarını, yüksek tansiyonunu unuturdu.
Senelerce
önce “Yahu Valodya, sende bu üniformayı giydiğin ilk günden beri hiç mi
değişiklik olmadı? Göbek, kamburluk gibi, falan… Nasıl korudun vücudunun
formunu böyle? Hala sanki yeni dikilmiş gibi vücuduna oturuyor,” demiştim.
İltifatımdan
hoşlanmış olmanın mutluluğuyla, “Evlat dünya hallerini biliyorsun; Hitler gibi,
Mussolini gibi bir manyağın yeniden dünyayı cehenneme çevirmeyeceği ne malum?
Faşistlere karşı her zaman vatan savunması için diri ve hazırlıklı olmalı,”
diye cevap vermişti.
Haklıydı.
Şimdi daha iyi anlıyorum.
Büyük Vatanseverlik Savaşı'nın tarihi, yalnızca Sovyet
askerlerinin acı yenilgileri ve büyük zaferleri açısından değil, aynı zamanda
anekdotlar ve hikayeler açısından da zengin.
Vladimir İvanoviç, merdivenlerden inerken araya küçük bir
anektod sıkıştırıyor:
Büyük Vatanseverlik Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü günlerden
birinde, bir Sovyet kruvazörünün yanında, aniden eski bir ahşap denizaltı
beliriyor, içinden koyun derisi paltolu yaşlı mı yaşlı bir adam çıkıyor ve
komutana seslenerek soruyor:
"Oğlum, savaş hala devam ediyor mu?"
“Evet dede, ediyor.”
“Hay lanet Napolyon!”
Fıkra tarih dersi gibi.
Evet, kıssadan hisse: Ne yazık ki zaman geçiyor, ancak
benzer sorunlar kılık değiştirerek yeniden karşımıza çıkıp insanlığı yoruyor.
***
Birlikte
dışarı çıktık.
Ben, Moskova’nın baharını, yazını çok severim. Yaşam,
sokaklarda, parklarda yeni ve cazip vaatlerle kendini gösterir. Cıvıl cıvıl
olur her yer birden. Parklarda çiçekler, güzellikleriyle namlı genç kızlar,
neşeli, sevinçli bir dekor oluştururlar.
Özlenen güneş kendisini gösterir, ara sıra da bulutların
arkasına saklanır. Yaz başına kadar böyle…
Bazen Mayıs Bayramları serin ve yağışlı olurdu. Ancak bu
yıl, birkaç gündür rüzgar, yağmur ve arkasından hafif bir yağışla
"prova" yapan kar, Moskova'da sert bir "Mayıs şakası"
sürprizi yapmıştı.
Hava yer yer yağışlı ve soğuktu, ama buna rağmen insanlar
Zafer Günü’nü aksatmadan, aynı coşkuyla kutluyorlardı.
Vladimir
İvanoviç, daha sokağa adımımızı atar atmaz yoldan geçen mahallemizin
çocuklarının, genç kızlarının, delikanlılarının koşarak yanımıza gelip,
sarılıp, “Spasiba dedu za pabedu!- Спаси́бо де́ду за
побе́ду! (Teşekkürler dedecik zafer için!),” diyerek yanaklarından
öpmelerine alışmıştı.
“Bu
onur bile insanın ömrünü uzatmaya yeter,” diyordu.
***
Bu
Bayram, Rusya’da herkes tarafından hatırlanıyor.
Nasıl
hatırlanmasın ki savaş, milyonlarca insanın hayatını yitirmesine yol açmış,
neredeyse her ailenin canını yakmıştı.
Sovyetler Birliği'nde en az 27 milyon insan öldürülmüştü
(İkinci Dünya Savaşı'ndaki toplam 55 milyon ölümün neredeyse yarısı kadar) ve
birçok şehir, kasaba ve köy harabeye dönmüştü.
Sadece Ruslar için değil Sovyetler Birliği’ni oluşturan
bütün halklar için ve hatta bütün dünya halkları için önemli olan “Büyük
Vatanseverlik Savaşı”22 Haziran 1941'de
başlamış ve 9 Mayıs 1945'e kadar sürmüştü.
Sovyetler
Birliği, dört uzun yıl boyunca Alman Nazizmine karşı savaşmıştı. Ve sonunda bu
zor savaştan muzaffer olarak çıkan Sovyetler Birliği olmuştu.
9 Mayıs 1945'te Moskova saatiyle sabah 2.10'da, radyo
spikeri Yuri Levitan'ın gür ve ölçülü sesi şunu ilan etmişti: "Almanya
tamamen mağlup edildi."
1418 günlük cehennem dönemi sona ermişti.
Nihai anlaşma Berlin'de imzalanmıştı.
***
Nasıl bizim için 30 Ağustos Zafer Bayramımız çok önemli ise
Ruslar için de 9 Mayıs Zafer Günü o denli önemli.
Biz, Vladimir
İvanoviç’le, senelerden beri, hemen hemen hiç aksatmadan 9 Mayıs kutlamalarına birlikte
gidiyoruz.
Bu sene de Büyük Vatanseverlik Savaşı'ndaki Zaferin 79.
yıldönümüne adanan geçit törenini Moskova'nın merkezinde izlemek niyetiyle yine
dolaştık.
Sokaklar yine coşkulu kalabalıklarla doluydu.
Tverskaya Caddesi, Kızıl Meydan hep bildiğimiz gibi; insanlar
dans ediyor, hem sevinci, hem de hüznü bir arada yaşıyorlar.
Kutlamalar her yıl sadece Rusya’da değil, dünyanın birçok
ülkesinde yapılıyor.
Ancak acıları, kaybedilenleri unutmak mümkün değildi.
Şenlik neşesi geçmişte yaşanan acıların, kaybedilenlerin
anısını gölgelemiyor.