Moskova’da Amadeus adındaki bir gece kulübü: İçeride tamamı gençlerden oluşan 40-50 kişi toplanmış. Kimi Taş Devri’ndeki Wilma gibi giyinmiş, kimi cadı kiyafetinde, kiminin yüzünde ilk anda makyaj olduğu anlaşılmayan derin bir yara izi, kiminin boynunda ise yerlere kadar uzanan sahte dolarlardan yapılmış bir kolye var.
Geçen cumartesi akşamı Amadeus’da toplanan kızlı erkekli gençler Halloween’i, yani “Cadılar Bayramı”nı bir kaç gün erkenden kutluyor. Rusya ve Batı ile özdeşleşen “Cadılar Bayramı”nın bir arada anılması garip gelebiir. Aslında gerçekten garip, en azından alışılmadık ama bundan yaklaşık 20 yıl önce, yani Sovyetler Birliği yaşarken herhangi bir Rus’un değil “Cadılar Bayramı”nı kutlaması, adını duymuş olması bile herhalde mümkün değildi. 20 yıl sonra “Halloween”i kutlamaya başlamak Rus gençliğinin, daha doğrusu Rusya’nın yaşadığı değişimi göstermesi açısından çarpıcı. ( Konuyla ilgili fotoğrafları "Rusya'da Cadılar Bayramı" başlıklı haberimizde bulabilirsiniz)
İnsanın 20 yılı aşkın gazeteci olarak yaşadığı bir kente, yani Moskova’ya şimdi “turist” olarak, hem de ilk kez vizesiz, elini kolunu sallayarak girmek gerçekten tuhaf bir duygu. Aradan geçen 3 yıl sonra artık uçaktan inince ne havaalanının otoparkından alınacak bir araba ne de insanın bir an önce kendisini atabilmek için sabırsızlandığı bir “ev”i var.
Moskova’ya ilişkin ilk izlenim sokaklardan...
Kentin insanı çıldırtan trafiği daha da kötü olmuş. Çelişkili ama trafiği daha kötü yapan, trafik sorununu çözmek için yapılan çalışmalar. Ünlü Kutuzov Caddesi ve devamındaki Mojayskiy’nin tamamı dev bir şantiye dönüşmüş. Yaklaşık 10-15 kilometre boyunca yolun orta yerinin tamamında çalışma var, bu da özellikle sabah ve akşam saatlerinde trafiğin felç olmasına yol açıyor. Bir yıl sürece çalışmalar sonucu buraya kısmen iki katlı yol, alt ve üst geçiş noktalar yapılarak trafiğin rahatlaması sağlanacak. Nüfusu 15 milyona yaklaşan Moskova’daki araç sayısı 4 milyonu geçiyor, yani neredeyse her 4 kişiden 1’inin aracı var.
Kutuzov Caddesi’nin başlangıcına yakın noktada, Moskova Nehri’nin kıyısındaki dev gökdelenler hemen dikkati çekiyor. 1995’de başlayan ve 2017’de tamamlanması planlanan “Moskva- Siti” (Moscow City) Projesi içinde yer alan çok ilginç bir bina herkesin gözüne takılıyor. Türk Rönesans İnşaat’ın yaptığı bu bina “dünyanın en çok dönen” binası. Proje Müdürü Bahadır Öntepeli, bir burguya benzeyen yapının başlangıcıyla tepe noktası arasındaki dönüşün toplam 150 dereceyi bulduğunu, bunun da dünya rekoru olduğunu gururla anlatıyor. Yüksekliği 155 metreye ulaşacak “Evrim Kulesi” adındaki yapı, Rus mimarisinde eskiden kullanılan spirali anmsatıyor, en çok da DNA’ya benziyor.
Sokaklardaki izlenime devam...
Aradan geçen 3 yıllık sürede enflasyon gözle görülür şekilde artmış. Moskova’da bir doların karşılığı 32 rubie, euro 44, lira ise 16 ruble ediyor. Bir kaç yıl önce, örneğin 100 ruble olan bazı ürünler şimdilerde iki kat pahalanmış. Buna rağmen Moskpva’da nereye giderseniz gidin, ister süpermarkete, ister lokantaya, isterse de sirke, her yer insan dolu. Galiba işin sırrı, Rusya’nın çok kolay para kazanılan, bu nedenle de çok kolay para harcanın bir yer olması. “Kolay kazanmak”tan kastedilen hem Rusya’nın sahip olduğu zengin doğal kaynaklar hem de önüne bir türlü geçilemeyen yolsuzluklar.
Aslında Rusya’nın en az yolsuzluklar kadar, hatta belki de ondan da tehlikeli bir sorunu var: Irkçılık. Ama sokaklarda buram buram hissedilen ırkçılığı ne sokaktaki Ruslar ne de devlet kabul ediyor, daha doğrusu adını “ırkçılık” olarak koymaya cesaret edemiyor.
Eğer Rus’a benzeyip benzemediğinizi merak ediyorsanız, bunu test edebileceğiniz yerlerin başında Moskova geliyor. Eğer benzemiyorsanız, size yönelen sessiz ama kınama dolu bakışları farketmemeniz, farkedip de rahatsız olmamanız mümkün değil. Moskova’da bu bakışlara en çok Ruslara benzemeyen esmer Kafkasyalılar hedef oluyor.
Cumartesi akşamı Dorogomilovksaya üzerindeki bir büfede yanında 2-3 yaşında bir çocuk bulunan kadın sigara alırken dış görüşününden Kafkasyalı olduğu anlaşılan bir erkek araya girer gibi olunca kadın patladı ve “Sizinle bir arada yaşamak mümkün değil! Moskova’yı köye çevirdiniz!..” diyerek bağırıp çağırmaya başladı. Bu, münferit bir olay değil, kadının Kafkasyalıların Moskova’yı “mahvettiğine” ilişkin görüşünü Rusların neredeyse tamamı paylaşıyor. Çünkü onlar Kafkasyalıların eğitimsiz, kültürsüz, ikinci sınıf insanlar olduğunu düşünüyor. Biraz sağduyu sahibi olanlar bütün bunları korku duyarak izliyor çünkü kentteki bu gergin havanın örnekleri geçmişte de görüldüğü gibi bir gün patlamaya dönüşebileceğini biliyor.
Yaklaşık 3 yıl sonra gidilen Moskova’da geçirilen 3 günün izlenimleri kısaca böyle. Moskovalılar şimdi uzun, soğuk ve en önemlisi karanlık geçmeye aday bir kışa hazırlanıyor. Öyle zamanlar olacak ki, güneş günlerce, belki de haftalarca yüzünü göstermeyecek, Moskova ve Moskovalılar daha bir içine kapanacak...
Omsk bölgesi Moskova’nın
2 bin 200 kilometre kuzeyinde yer alır.
Omsk Bölgesi Kültür Bakanlığı Turizm Departmanı
Başkanı Mihail Gizbreht anlatıyor:
“Rusya’nın Asya tarafında
yer alan Omsk bölgesiefsanevi Sibirya’nın en eski bölgelerinden biridir. Geleneksel olarak bu
bölge, çay, ipek gibi egzotik eşya ticareti yapmak amacıyla Rusya’nın Avrupa
tarafından doğu bölgelerine, oradan da Çin’e ve Pasifik okyanusuna ulaşmaya
çalışan kaşif, tüccar, seyyah ve kosakların geçtiği bir topraktır. Omsk
bölgesi, Batı Sibirya’nın güneyinde, kuzeyden güneye bakıldığındaysa tayga ile
Kazakistan stepleri arasında yer alıyor. Batıdan doğuya doğruysa dünyaca ünlü
Trans Sibirya Tren Yolu'nun geçtiği bir bölgedir Omsk bölgesi.”
SİBİRYA'NIN FETHİNİ ANIMSATIYOR Omsk kentinin tarihi, 1716 yılı ile başlar.
Ancak Omsk, bölgenin en eski kenti değildir. Örneğin Tara şehri 16.
yüzyılın sonlarında, Sibirya’yı fetheden ünlü Sibirya kâşifi ve kosak lideri
Yermak’a destek veren nişancı birliklerinin gelmesiyle kurulmuştur.
Mihail Gizbreht
anlatmaya devam ediyor:
“Omsk bölgesinin
kuzeyi, kosakların, yerleşimcilerin, avcıların ve maceraperestlerin Sibirya’nın
fethini anımsatıyor. Sibirya’nın ıslahı, kosakların kurduğu ön savunma
hattından gerçekleşiyordu. Sibirya hanlığının düşmesinin ardından, Sibirya ve
Orta Asya topraklarının ıslah edilmesi ve bu toprakların o zamanki savaşçı
kabilelerden ve devletlerden korunması için kosaklar tarafından öncü savunma
hattı kuruldu.”
Bölgenin
gelişimiyse 1716 yılında Omsk kalesinin kurulmasıyla başlamış oldu. Omsk
kalesi, mimariye değer verenlerin ve Sibirya barok stilinin hayranlarının
ilgisini çekebilir. Kaleye bitişik kosak mahallesini oluşturan ahşap yapılar,
buraya renk katıyor ve ahşap işleme sanatını sevenlerin ilgisini çekiyor.
DOSTOYEVSKİ'NİN
SÜRGÜN YERİ
18. Yüzyılın
sonunda Omsk, bölgenin merkezi kenti olmuş,
19. Yüzyılın
ortalarındaysa batı Sibirya valiliğinin güzergâhı haline gelmiş, batı
Sibirya’ya başkentlik yapmıştır. Büyük askeri, ticari ve sonrasında sosyal
merkez görevi görmüştür. Gönüllü yerleşimciler ve sürgüne yollananlar, ilk kez
Omsk’a yerleşmiştir.
Mihail Gizbreht,
Omsk’a sürgüne gönderilen ünlü şahsiyetleri şöyle anlatıyor:
“Omsk
hapishanesinde 4 yılını geçiren ünlü Rus yazar Fyodor Dostoyevski, burada
manevi bakımdan yeni bir kimlik kazandı, ruhen yeniden doğdu. Yazarın 'Ölüler
Evinden Anılar' eseri, kendisinin Omsk hapishanesinde geçirdiği günlere adandı.
Omsk Kalesi'nin içinde, o zamanki eşyaların, yazara ait nadide eserlerin
sergilendiği, ülke edebiyatçılarını bir araya getiren Dostoyevski Edebiyat Müzesi
bulunuyor. Her isteyen bu müzesini ziyaret ederek, o zamanların ruhunu yakından
hissedebilir, büyük yazarın yaşamını yerinde görme imkanı bulabilir.
BEYAZ BAŞKENTİ KARŞI KIZIL BAŞKENT
Rusya tarihinden çok iyi hatırlanan bir başka isimse,
Bolşevik'lerin Ekim Devrimi'nin ardından politik ve askeri olarak Rusya iç
savaşı süresince Kızıl Ordu ile savaşmış olan Beyaz Ordu komutanlarından amiral
Aleksandr Kolçak’tır. İç savaş sırasında Kolçak Rusya lideri seçilmiş ve
karargâhı olarak Omsk’u seçmiştir. O dönemde Sibirya’nın “Beyaz başkenti” Omsk,
“Kızıl başkenti” ise Novosibirsk şehri idi. Omsk’ta Kolçak’ın yaşamış olduğu
malikânede şu anda Rusya iç savaş tarihi araştırma merkezi yer alıyor.”
Omsk’un kültürel yaşamı oldukça yoğundur; kentte 10
tiyatro ve çok sayıda eğlence merkezi bulunuyor. Kentteki en eski tiyatro
binasıysa, 1870’li yıllarda kurulan tarihi Omsk drama tiyatrosudur. Bu tarihi
eserin bulunduğu Lyuberskiy caddesineyse, tarihi özellikleri ve barok
tarzındaki yapıları dolayısıyla St. Petersburg’da bulunan ünlü Nevskiy
caddesinin adı verilmiş.
"Benim Olduğum Şehri Projesi"
Eski Omsk’u yine Mihail Gizbreht’ten
öğrenelim:
“Tarihi boyunca Omsk çok zor zamanlar geçirdi, ancak
az sayıda olsa da kentte tarihi binalar var. 1812’de Napolyon’a karşı savaşa
katılanlar için toplanan yardımlarla kurulan Nikolskiy Kosak Katedrali ve
yanında yer alan 1813’te inşa edilen Sibirya askeri okulu binası, klasisizm
tarzında inşa edilmiş. Kentin tarihi merkezindeki valilik sarayı da klasisizmin
özelliklerine sahip.”
UÇSUZ BUCAKSIZ TAYGA ORMANLARI
Tayga ile stepler arasında bulunan bölgede kuzeyden
güneye doğru ilerledikçe balta girmemiş ve birçok hayvanın barındığı tayga
ormanlarının nasıl uçsuz bucaksız steplere dönüştüğü net bir şekilde
görülebiliyor. Bölgedeki step manzaraları insanın ruhunu açıyor, şehir
keşmekeşinden usanmış gözleri dinlendiriyor.
Mihail Gizbreht’in
ağzından bölgenin doğal güzellikleri:
10 İSTANBUL BÜYÜKLÜĞÜNDE BATAKLIK
“Bölgenin en önemli doğal anıtı olarak, yaklaşık 10
bin yıl önce oluşan Vasyuganskie bataklığı öne çıkıyor. Dünyanın en
büyüklerinden kabul edilen bataklığın bulunduğu bölgeye İstanbul büyüklüğünde
10 şehir rahatlıkla sığabilir. Vasyuganskie bataklığı, UNESCO doğal mirası
listesine girmeye aday. Güzelliği ve esrarengiz oluşuyla Güney Amerika’daki
Amazon ormanlarına benzerlik gösterdiği için bu bölgeye ayrıca 'Rusya’nın
Amazon Bölgesi' de denir.”
Aktif tatilden hoşlananlar, Omsk bölgesindeki nehir
gezilerinin tadını çıkarabilirler. Bölgedeki en büyük su arteri, büyük Ob’un bir
kolu olan İrtiş nehridir; ikisi birlikte su debisi ve uzunluk bakımından dünya
yedincisi kabul edilir. İrtiş nehri üzerinden Omsk’tan Tümen bölgesindeki
tarihi kent Tobolsk’a kadar gemiyle nehir turları yapılıyor. İsteyenler bu
turlara katılarak hem Omsk bölgesinin tamamını daha yakından tanıma, hem de
tarihi özellikleriyle, Kremlin’iyle, tarihi anıt ve yapılarıyla büyük ilgi
çeken Tobolsk şehrini görme şansı yakalıyor.
Omsk bölgesinin 2 milyonluk nüfusunun yaklaşık 1
milyon yüz bin Omsk’ta yaşıyor ve bu durum bölge nüfusunun seyrek olduğuna
işaret ediyor. Bu sebeple bölgede insan elinin değmediği; doğal ortamda sıra
dışı tatil, balık tutma ve avlanma imkânı sunan çok sayıda yer bulunuyor.
TAŞRANIN ÖNE ÇIKAN TÜCCAR KENTLERİ
Sibirya’nın taşrasını görmek isteyenlereyse eskiden
ticaret merkezleri olan Tara ve Tyukalinsk kentlerini görmeleri önerilir. 19.
Yüzyıla ait eski tüccar şehirlerini görmek ve o zamanki havayı teneffüs etmek
isteyenler, bunu Tara ve Tyukalinsk şehirlerinde yapma imkânı bulabilir.
Tyukalinsk’e kara ve demiryoluyla rahatlıkla ulaşılabilirken, Tara’ya İrtiş
nehri üzerinden gemiyle ulaşım imkânı mevcuttur.
Omsklular arasında
çok popüler olan iki yer daha var Omsk bölgesinde. Biri Rusya’da doğal
güzellikleriyle ün yapan Okunevo köyüdür. Tara nehrinin kıyısında yer alan
Okunevo manzaraları harikadır. Burada değişik dini inançlara sahip olan çok
sayıda topluluk bir arada, barış ve huzur içinde yaşıyor ve ilginç bir mozaik
oluşturuyor. Görülmeye değen ikinci yer ise “Beş Göller” bölgesidir. Burada
eskilerden meteorit düşmesiyle oluşan göllerdeki su tertemizdir. Beş göller,
yerli halk ve konuklar tarafından en çok tercih edilen tatil yeridir.
HER BÜTÇEYE UYGUN
KONAKLAMA İMKANI
Omsk’ta büyüğünden
küçüğüne, lüks ve ekonomik sınıfından 65 otel bulunuyor. Şehrin en büyük oteli,
“İbis” zincirine ait olan 3 yıldızlı “İbis Sibir” otelidir. Ayrıca “Omsk”,
“Turist”, “Mayak”, “Avrora”, “İrtiş” ve “Molodejnaya” otelleri de konuklarına
nezih bir dinlenme ortamı sunuyor. Bu otellerin tümü 3 yıldızlı olup, içlerinde
standart ve lüks odalar mevcuttur. Otellerde konaklamanın fiyatıysa günde 45
ile 130 dolar arasında değişiyor.
Mihail Gizbreht,
Omsk’a en iyi şekilde nasıl ulaşılabileceğini şöyle anlatıyor:
“Türkiye’den
Omsk’a maalesef direkt tarifeli seferler yapılmıyor, ancak charter uçaklarla
uçulabiliyor. Uçuş süresi 5,5-6 saattir. Turizm sezonunun dışında Omsk’a
Moskova üzerinden ulaşım daha rahattır. Moskova’dan birkaç şirket Omsk
seferlerini gerçekleştiriyor. Uçak biletlerinin fiyatları 195 ile 600 dolar
arasında değişebiliyor. Moskova’dan Omsk’a ortalama 250 dolara ulaşılabilir.
Aradaki mesafe 2200 kilometre, uçuş süresi 3 saattir. Eğer demiryolu tercih
edilecek olursa, bu mesafe 2 günde kat edilebiliyor. Tren biletinin fiyatı 80
dolardan başlıyor. Ünlü Trans Sibirya Demiryolu üzerinden de Omsk’a rahat bir
şekilde ulaşılabiliyor.”
TürkRus.Com yazarı M. Hakkı YAZICI'nın kaleminden:
Geçen hafta sonunda
İgor, bizi “Daçaya Veda Partisi”ne davet etti.
Okullar açılalı çok
olmuş, “General Kış”ın kapıyı çalmasına
az kalmıştı.
Rusya’da, Moskova
civarında “daça sezonu”, geleneksel olarak, hemen her yıl Mayıs
tatilinde başlayıp, Ekim sonunda biter.
Aslında İgor, sezonu
Nisan sonunda açmış, Mayıs Bayramlarını da daçasında karşılamıştı. Karısı ve
çocukları neredeyse bütün yazı daçalarında geçirmiş, kendisi de Cuma akşamları
işten erken kaçıp, her hafta sonu daçasına gitmişti.
Çıkarken gökyüzüne
baktık. Hava puslu ve soğuktu. Yağmur da yağabilirdi. Bütün işimiz bulutların
insafına kalmıştı.
Yulia, “Bütün yaz
torbaya girdi sanki bizi davet etmek ancak aklına geldi,” diye söylendi.
Belki haklıydı, ama İgor’u
kırmak olmazdı.
Hep beraber; ben, Aleks,
Yulia, Ersin ve karısı Natalya bir arabaya doluşup daçanın yolunu tuttuk.
Yola çıkmadan önce Aleks,
“Bak sen araba kullanacaksın, sakın içki içme,” dedi.
İgor’un ısrar edip, bana
zorla içirmeye çalışacağını biliyordu.
“Merak etme,” dedim;
“Son trafik cezalarından sonra içki içecek kadar deli değilim.”
Ersin, fırsat bilip:
“Abi, istersen arabayı
ben kullanayım,” dedi, “Senin temponla akşama ancak varırız.”
Karısı Natalya,
arkasından çekiştirdi:
“Aman sen kullanma,
huzur içinde, sakin sakin gidelim.”
Daha hala daçasına veda
edememiş Moskova’lılar nedeniyle trafik yine saç baş yolduruyordu.
Moskovalıların en büyük ve de bir türlü çözülemeyen derdi trafik yoğunluğu:
Probki.
Rusların bütün bu çileyi
çekerek her hafta sonu daçalarına koşuşturmalarına şaşmamak elde değil.
Bir ara araç denizi
arasında kaplumbağa hızında ilerlerken bunalmış vaziyette Aleks’e sordum:
“Söyle bakalım
Moskova’dan daçaya mı, yoksa Antalya’ya mı gitmek daha kolay?”
***
Rusların günlük
sohbetlerinde ağızlarından sıkça duyulabilecek hayati öneme sahip üç şey var:
Kvartira, maşina, daça; yani ev, araba ve yazlık. Bunların hepsine birden sahip
olan orta direk bir Rus için hayat yarı yarıya garanti demektir.
***
Neyse, uzun yolun kısa
lafı; sonunda daçaya vardık.
İgor, karısı ve oğlu
Maksim bizi kapıda karşıladılar.
Onların dışında, yine
bizim gibi aileleriyle birlikte misafir olan, artık acıkmaya başlayıp, yolumuzu
gözleyen Roman ve Pavel de bizi görünce sevindiler ve tezahürata başladılar.
Neredeyse herşey hazırdı,
Rusların keyifle yaptıkları “şaşlık partisi” için bizi bekliyorlardı.
Kızlar, yardım için
mutfağa gittiler.
İgor’un mangal için
hazırladığı beryoza odunları yağmurda ıslandığından yanmakta nazlanıyorlardı.
Bana dönüp:
“Sen geç kaldığın için
cezalısın. Maksim’le yandaki komşunun bahçesine gidip sarayından biraz kuru
odun getirin,” dedi.
Benim elalemin
sarayından izinsiz odun almak ayıp olmaz mı gibilerinden baktığımı görünce
hemen cep telefonuna sarılıp komşusu İvan’ı arayıp onayını aldı.
Sarayın Türkçedeki
anlamı malum… Farsçadan dilimize geçen, sultanlara yakıştırdığımız görkemli
yapılardan söz ederken kullandığımız bu sözcüğün Rusçadaki karşılığı “сарай”ın
anlamıysa evlerin yanındaki müştemilat bile diyemeyeceğimiz küçük, derme çatma mütevazi
ambarlara, depolara verilen ad. Belli ki, belki de Tatarcadan Rusçaya geçen bu
sözcüğün aktarılış sürecinde işin içine biraz mizah karışmış.
İgor’un daçasının
bahçesinde üç tane de saray var, dersek olay daha iyi anlaşılır.
Biz, Maksim’le birlikte
odunları taşırken aklıma Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operası aklıma geldi. Ne iş, elalem saraydan
kız kaçırırken biz odun kaçırıyorduk.
Zihnimde melodisini
yakalayıp ıslıkla çalmaya başladım. Igor, hemen müdahale etti.
“Sen, şirkette para
işlerine bakıyorsun; ıslık çalma, uğursuzluk getirir, para kaçar,” dedi
Öyle ya bir de bu işler
vardı. Rusların bizimkine benzer batıl inançları...
***
Rusların “daça(Дача)” merakı yeni değil. Taa 17. Yüzyıla kadar uzayan bir geçmişi var.
Daça sözcüğü Rusça “davat” vermek sözcüğünden
türetilmiş. Çarın imtiyazlılara verdiği arazilerden kaynağını alıyor.
Rusya tarihinde daçalar
önemli yazarlara, şairlere, müzisyenlere, bestecilere, bilim adamlarına, yüksek
rütbeli subaylara ve benzeri bürokratlara ödül olarak verilen,
"statüko" ögeleri olmuş.
Yani apoletindeki yıldız
sayısı, makam arabanın, odanın lükslüğü gibi bir şey… Bir nevi düzenin
yandaşlarına verilen avantalarmış. Çoğu zaman bakım, onarımları ve hizmetleri,
hatta yiyecek, içecek ihtiyaçları bile devlet tarafından karşılanırmış.
Bu imparatorluk
döneminde de, Sovyet döneminde de böyle olmuş.
İmparatorluk döneminde başlayan bu merak, tutku,
Sovyet Döneminde devam etmiş ve hatta günümüzde daha da artarak yaşamın önemli
parçası olmayı sürdürmektedir.
Yüksek statüye sahip
birisi, alt düzeyden birisini hizaya getirmek, yani “balans çekmek” isterse
“Daçan
kadar konuş, kardeşim,” diyebilirmiş.
Aslında yöneticiler
için dizginleri elde tutmak için de iyi bir yöntem…
Gözden düştün mü,
daça da elden gidiyor.
18. yüzyılın başlangıcında, Büyük Petro zamanında
daçalar daha popülerleşmiş, asillerin yaz tatillerinde yaşadığı yerler, yani bizim anladığımız dilde “yazlık” olarak kullanılmaya başlanmış. Sadece sakin bir tatil amacıyla değil, davetler,
kutlamalar için de kullanılırmış.
19. yüzyılın başlarında artık bir ev ve daça
sahibi olmak, hem zenginlerin, hem de orta sınıfın olmazsa olmazı olmuş. Daça,
konu olarak Aleksandr Puşkin, Anton Çehov gibi Rus edebiyatçılarının eserlerine
de girmiş. Örneğin 20. Yüzyılın başında
Maksim Gorki “Daçniki” isimli eleştirel bir oyun yazmıştır. Malum Gorki, Ekim
Devrimi’nin savunucusu en itibarlı, önde gelen yazarlardandı.
Ve nitekim zenginlerin daçalarının bazıları
Devrim sonrasında işçilerin tatil evlerine dönüştürüldü.
1950’ler sonrasında bu tutkunun daha fazla
yoğunlaşmasının nedeni Savaş boyunca aynı zamanda açlıkla da savaşmış bu
insanlar için daçalarının bahçelerinde yetiştirebildikleri ürünlerin bir bakıma
kötü günler için yaşam garantisi olmasıydı. Bu ihtiyaç, zamanla alışkanlık
haline dönüşmüştür.
Nitekim 1980’lerde mağazalarda, pazarlarda
yiyecek sıkıntısı olduğunda daçalarda yetiştirilen ürünlerle yetinilir duruma
bile gelinmiş. Haliyle böyle durumlarda daçada ekip, biçme, keyif olmaktan
çıkıp, zarurete dönüşüyor.
1990’ların sonunda,
sistemin değişmesiyle birlikte, daçalar özelleştirilmiş, isteyen daçasını
piyasa değerinin de altında kendi üzerine alabilir olmuş.
Dışarıdan bakan pek çok yabancı Rusların havaların
el vermesiyle, Nisan ayından başlayıp Kasım ayına kadar hemen hemen her hafta
sonunda saatlerce yoğun trafik çilesiyle (probki) boğuşarak daçalarına gidip
döndüklerine akıl sır erdiremez.
Aslında cevabı çok basit.
Bir kaç yıl Moskova’da yaşayınca kolay
anlıyorsunuz.
Rusların doğaya karşı büyük bir sevgisi ve açlığı
var. Sert uzun kışın arkasından havalar düzelince Ruslar kendilerine bağa,
bahçeye, ormana atıyorlar. İklim koşullarının tarıma pek elverişli olmadığı bu
ülkede halkın çiçek, böcek; sebze, meyve konusunda ne kadar bilgili olduklarını
görüp, şaşırırsınız. Hemen herkes daçasının bahçesinde imkanları ne kadarsa
mutlaka bir şeyler ekip, yetiştirir. Domates, biber, patlıcan,…Ne olabilirse…
Sezonun başında fidelikler, fidanlıklar tıklım
tıklım dolar; daçacılar o sene ekeceklerini alırlar. Eksik bahçe aleti,
malzemesi, eşyası varsa alınıp, telafi edilir. Bazıları Moskova civarında
yetişebilen domates, salatalık, patates, gibi geleneksel daça bahçesi ürünlerinin
dışında fantezi peşine düşüp, yeni şeyler denerler, keşfederler. Ekilip,
sonuçları heyecanla beklenir. Bir dönem Sibirya taraflarında sakura modası
başlamış mesela.
Bir sure sonra emeklerinin karşılığını almaya
başlarlar. Kendi yetiştirdikleri sebzeleri iftiharla, afiyetle yerler. Bir
kısmını da kışın tüketmek için konservesini, turşusunu, reçelini yaparlar.
Patatesler kilerlere konur. Bahçelerde büyüyen çiçekler bir süre de evlerin
içindeki vazolarda misafir edilirler.
Ve hatta tüketebildiklerinden fazlasını satanlar
bile vardır.
Daçacılar, yeni deneyimlerini dostlarıyla
paylaşırlar, birbirleriyle fide ve tohum takası yaparlar, muhabbetini yaparlar.
Dost meclislerinde tatlı bir ziraat muhabbeti uzar, gider. İşi aşırıya
götürenler bunu bir yıl boyunca, kışın dahi sürdürürler.
Kışın bazıları şehirdeki evlerinde, pencere
önlerinde, normalde çöpe atılacak teneke kutularda, plastik meşrubat
şişelerinin üst kısmını kesip atarak yaptıkları basit saksılarda tohumlardan
daça için fideler üretirler.
Yazın daçada yaşamaya doyamayanlar, şehirle çok
ilişki zorunluluğu olmayanlar, örneğin emekliler, yeterli donanımı, ısıtma,
banyo gibi imkanlarını geliştirerek kışın da daçalarında yaşamaya devam
ederler.
1990’lar sonrasının bazı yeni zengin
görgüsüzleri,işi iyice aşırıya götürmüşlerdir. Eski daça evlerinin yerine
içinde her türlü lüksü olan devasa villalar yaptırmışlar. Bahçelerinde timsah,
iguana gibi ekzotik hayvanlar besleyenleri bile varmış.
1960’ların başında sanırım görünüm kaygılarıyla
dikilecek ağaç sayısı gibi bazı konularda resmi sınırlamalar ve denetim
getirilmiş, ancak kısa bir sure sonra bundan vazgeçilmiş, kotalar kaldırılmış.
Şimdi her şey serbest. Arazi büyüklüğü
konusundaki eski sınırlamalar da kalmamış. Paran varsa al alabildiğin kadar. Bu
nedenle spekülasyonu da başlamış işin. Ticaret, gayrımenkule yatırım ve tatil,
hepsi bir arada…
İgor’un daçasında ana bina birbuçuk katlı ahşap bir
ev.
Hayalinde bir de mütevazi yüzme havuzu var. Havuz
şimdilik yok, ancak yerini kafasında tasarlamış, oraya ağaç falan dikmiyor.
Bahçesinde ilaveten bir banyo ve üç saray var.
Genel kanı o ki, Ruslar için daça, büyük şehir
keşmekeşinden kaçışın sembolü, “kaybedilmiş cennete dönüş”tür.
***
Bunların çoğunu İgor, şaşlık yaparken, bir yandan
mangal ateşini harlar, bir yandan da etleri pişme durumlarına göre çevirirken kaşla
göz arasında anlattı.
Abartı varsa günahı onun.
Bu arada İgor’un karısı kapının aralığından
kafasını dışarı uzattı. Kendi yapması gereken salata, akroşka, falan, her şeyi
yapmış kızlarla birlikte sofrayı kuruyordu.
Şaşlığın henüz hazır olmadığını görünce kızdı,
İgor’u bir güzel haşladı.
İgor, bu fırçalara alışıktı,fazla aldırmadı. İki
elini “Ne yapabilirim?” der gibi iki yana açıp, “Vat ken ay du?” dedi.
İgor’un
İngilizce “What can I do?” dediğini zannetmiştik, ancak içeri gidip, birazdan
koltuğunun altında iki votka şişesi ve bardaklarla döndüğünde ses benzerliğini
kullanıp muziplik yaptığını, aslında Rusça “Водку найду” (Vodku naiydu), yani mealen “Votka bulmaya
gidiyorum,” dediğini anladık.
Aleks’in gözlerinin
parladığını fark ettim. Asıl daça keyfi şimdi başlıyordu.
***
Daçadaki bu seneki son
şaşlık partisinin neşe ve mutluluk içinde geçtiğini söylemeye gerek yok.
Şansımıza yağmur yağmadı
ve hatta bulutların insafa geldiği bir ara güneş kendisini gösterip bizi ısıttı
bile diyebilirim.
İgor, bol bol içip,
dostlarla sevgili daçasında birlikte olmanın keyfini çıkardı. Benim araba
kullanacağım bahanesiyle içki içmediğime bile kızmadı.
Her şey çok güzeldi.
Hele dostlarla bir arada olununca…
Şimdilik hoşça kal Daça! Seneye Mayıs Bayramı’ndan sonra, güneş yüzünü gösterip içimizi ısıttığında
yine görüşürüz.
Tabii İgor, bizi yeniden
davet ederse. Daha da önemlisi havaların uygun olduğu güneşli günlerde
çağırırsa…
*** Dönüş yolunda da keyfimiz sürdü. Tesadüf bu ya arabanın radyosunda Konstantin Tetruyev (Константин Тетруев)'in Daça (Дача) şarkısı çalıyordu. O da keyfimize keyif kattı. Siz de bu videodan izleyin keyiflenin:
Moskovalıların önemli bir kısmı kentteki parklarının kıymetini biliyor ve sık sık ziyaret ediyor.
Ne mutlu ve aferin onlara...
Kuşkusuz bir kentin güzelliğine parklar çok şey katıyor.
Mesela bu nedenle Kiev'i çok severim. Güzel bir şehirdir. Kiev'deki parklar için şehir içinde park değil, Kiev için park içindeki şehir derler.
Moskova için de böyle dersek abartmış olmayız.
Parklar kent sakinlerinin yaşam kalitesine de çok şey katıyor...İnsanlara şehir içinde parkların ötesinde parkların (belki de ormanların demek daha doğru) içinde şehirler lazım. Öyle değil mi?
Moskova'daki parkların içinde özellikle de Gorki Parkı en fazla ziyaretçiye sahip güzel bir park.
Bir arkadaşım Gorki Park'a giitiğimiz bir gün yeni dikilmiş bir fidanla resim çektirmişti. Neredeyse her yıl aynı tarihlerde aynı fidanla- artık ağaç oldu, yeni bir resim çektirip, durumunu kontrol edip, belgeliyor.
Bu ağaç, artık onun sevgili ağacı, bir şey olacak diye ödü kopuyor. Sadece bu ağacı görebilmek için bile bahane yaratıp Park'a gidiyor.
Parkları seven tek Moskovalı o değil tabii ki...Rus araştırma şirketi Kamuoyu Vakfı’nın yayınladığı rapora göre Moskovalıların yüzde 86’sı parkları ziyaret etmeyi seviyor.
Yüzde 71’i park ziyaretinin başlıca amacının tek başına, çocuklarla, yakınlarla, arkadaşlarla veya tanışlarla yürüyüş yapmak olduğunu belirtirken yüzde 7’si etkinlikler için, yüzde 6’sı dinlenmek için parklara gittiklerini söylüyor.
Parkta bisikletle gezmek, parkın güzelliğini seyretmek, kafelerde veya bankta oturmak isteyenlerin oranı ise yüzde 5. Moskovalıların yüzde 4’ü ise parkları spor için seçiyor. Yine yüzde 4’ü çocukları oyun alanlarına götürmek için parklara gidiyor. Yüzde 3’ü ise parkları piknik için ziyaret ediyor.
Ankete katılanların yüzde 14’üyse parkları hiç ziyaret etmiyor. Eh, o kadar ilgisizlik normal.
Moskovalıların büyük bir kısmı (yüzde 65) kentteki parkların iyi yönde değiştiğini düşünüyor. Yüzde 6’sı herhangi değişikliğin olmadığını, yüzde 1’i ise kötüye doğru gittiğini belirtti.
Araştırmada, Moskovalıların en sevdiği mekan olarak Gorki Parkı gösterildi. Kent sakinlerinin yüzde 32’si bu parkı seçiyor. En popüler parklar listesinde ayrıca Sokolniki (yüzde 16), Tsaritsino (yüzde 14), Rusya Fuar Merkezi (VDNH) (yüzde 10), İzmaylovskiy park (yüzde 9) ve Kolomenskoye (yüzde 9) yer alıyor. Bana sormadılar. Sorsaydılar hiç düşünmeden Muzeon Park ya da benim deyişimle ( Yeni politikacıların gözünden düşmüş ) Eski Heykeller Parkı derdim. Böyle diyorum, zira Sovyetler Birliği Dönemi'nde yapılmış, meydanları süsleyen, ancak şimdikiler tarafından sakıncalı bulunup yerlerinden sökülen ne kadar heykel varsa burada adeta depolanmış durumda. Şükürler olsun ki kapalı tozlu depolarda değiller, meraklılarının görebilmesi için açık havada parkın içinde teşhir ediliyorlar. Muzeon Park, son yapılan düzenlemelerle eskisinden daha da güzel oldu. Doğa içinde Park'ı gezerken, Rus heykel sanatının güzel eserlerini ve yeni yapılan bir bölümde açık havada, soğuktan titreşerek resimlerini teşhir eden sokak ressamlarını da gömek mümkün. .
Dedeniz var(dı)... Ve dedenizin babası... Dedenizin dedesi... Atalarınız...
* * *
Milliyetçisiniz veya değilsiniz.
Bir "tarih bilinciniz" olduğunu düşünüyorsunuz.
"Kökleriniz"i önemsediğinizi vurguluyorsunuz.
"Geçmişiniz"e bağlı olduğunuzu dile getiriyorsunuz.
"Atalarımmm" diyorsunuz...
"Ecdadımmm" diyorsunuz...
"Tarihiniz"e sahip çıkıyorsunuz...
* * *
Nereye kadar?..
* * *
Geçmişiniz nereye kadar ilgilendiriyor sizi?
Kaç yıl?
Kaç asır?
Kaç kuşak?
Kaç devlet?
Yoksa daha dedenizde tüketiyor musunuz bütün ilginizi?
Ya da tam tersine, "en gerilere kadar" gitmeyi önemli bir sorumluluk mu sayıyorsunuz?
"En gerisi" neresi peki?
Türklerin (Kürtlerin, Arapların, Lazların...) tarih sahnesine çıktığı dönem mi?
Müslümanlığın, Hristiyanlığın veya bir başka dinin doğduğu çağlar mı?
Neden "daha gerisi" değil?..
* * *
Acaba (ulus, din, ideoloji, siyaset vs. açısından) "kendimizi tanımlamak" için bütün yaptıklarımızın temel anlamı, "ötekiler"den farkımızın altını çizmek mi?
Yoksa "ötekiler"e ne denli "karşı" olduğumuzu, onları ne kadar "düşman" gördüğümüzü, kendimizle kıyaslayarak onları nasıl küçümseyip aşağıladığımızı ilan etmek mi?
Kendimizi, geçmişimizi, atalarımızı, ecdadımızı, ulusal ve dinsel köklerimizi ortaya koyarken amacımız "ötekilerden daha iyi olduğumuzu" kanıtlamak mı?
Farklılıklar buna mı yarıyor sahiden?
* * *
Ya ortak yanlarımız?
Ya ortak geçmişimiz?
Yani dedelerimizden, atalarımızdan, ulusal ve dinsel köklerimizden daha gerideki tarihsel bağlarımız?
Kendimizi şu ya da bu görüşle, partiyle, siyasetle, dinle tanımlamak için çırpınıp dururken neredeyse unuttuğumuz iki heceli, beş harfli ve en kapsayıcı, en anlamlı kelime: "İNSAN"?
* * *
Evet, elbette haklısınız; "hepimiz insanız" demekle kolay kolay kimseyi heyecanlandıramazsınız ve kimseden oy alamazsınız!
Türküz, Müslümanız, Sünniyiz...
Ya da...
Ve mutlaka birilerine karşıyız! Hem de nasıl! Ölümüne karşıyız! Onları alt etmeye, mahvetmeye, yok etmeye hazırız!..
Alkış!.. Ve sloganlar!.. "Kahrolsunlar!"...
* * *
Bir kafatası bulmuşlar.
Türkiye'den çok da uzak olmayan bir yerde.
Gürcistan'ın Dmanisi bölgesinde.
Türkiye'ye sadece 150, bilemedin 200 km mesafede.
Epeyce yaşlı bir kafatası.
Çok eski atalarımızdan birine aitmiş. Ama çook, daha doğrusu çoooook eski...
1,8 milyon yıl önce yaşamış bir insana aitmiş.
Düşünün bir!..
1.800.000 yıl öncesi...
* * *
Ne Türk var ortada, ne Kürt... Ne Müslüman, ne Hristiyan... Ne AKP'li, ne CHP'li...
Olağanüstü bir mucize sonucu, son derece iyi durumda bulunan bir kafatası bu.
Ve insanların kökenine ışık tutacak, bilim insanlarının kitaplarını yeniden kaleme almasına yol açacak gerçekler içeriyor.
İnsanlığın belki 2,5 milyon yıl öncesine uzanan tarihinde, farklı türler arasında bugüne kadar gelen Homo sapiens (Latince "akıllı insan") var. Ama Homo rudolfensis (ismi, ilgili fosilin bulunduğu Rudolf Gölü'nden geliyor), Homo habilis ("yetenekli insan") ve Homoerectus'un ("dik insan") modern insana evrilen aynı sürecin içinde yer aldığı söylenegeliyordu.
Gürcistan'da bulunan kafatası, son iki türün aynı özellikleri taşıyor olabileceği, yani tek bir tür sayılabileceği görüşünü güçlendirdi.
Bazı bilim insanları, Afrika ve Avrasya'da bulunan ilk insan fosillerinin farklı değil, aynı kökenden geldiklerini savunuyorlar.
* * *
Durun, hemen sıkılıp vazgeçmeyin okumaktan.
Geçmişimizden söz ediyoruz işte.
Köklerimizden.
Tarihimizden.
Ne o, "tarih bilinciniz" buraya kadar ulaşmıyor mu?
"Atalarımmm" derken, "ecdadımmm" derken o kadar uzağa gitmekten çekiniyor musunuz?
Kaybolmaktan mı korkuyorsunuz?
* * *
Tıpkı yurtdışına çıkan pek çok Türkün acele bir hemşehri bulmaya çalışması gibi...
En azından bir Müslümana rastlayınca çocukça sevinmesi gibi...
Ya da taşradan İstanbul'a giden birinin, tanıştığı insanlara yönelttiği "Nerelisiniz?" sorusuyla cevap arasında geçen saniyelerde, onların kendi kentinden ve köyünden olmasını umması gibi...
Yalnızca dünyanızı değil, geçmişinizi de küçültüp daralttıkça kendinizi daha iyi hissediyorsunuz, değil mi?
Anlamak için pek çaba sarfetmediğiniz "ötekiler"e karşı sizin ve sizin gibilerin daha üstün olduğuna inanınca daha mı güçleniyor özgüveniniz?
Tesadüfen (evet, tümüyle tesadüfen) sahip olduğunuz ulusal, yöresel, dinsel, kültürelözelliklerinizi fazla abartmıyor musunuz?