Moskova

Moskova

22 Ağustos 2013 Perşembe

Türklerin izinde Altın Dağlar

Türklerin izinde Altın Dağlar
















Faruk Pekin / Hürriyet

Türkler tarih sahnesine, yaklaşık 2500 yıl önce, ilk kez bu topraklarda çıkmıştı. Rusya’nın Kazakistan - Moğolistan sınırındaki Altaylar 20 bin nehir, 7 bin gölle benzersiz bir coğrafya. Bu topraklarda ağacı, çiçeği, nehirleri kutsal kabul eden “Doğaya inanırım, korurum, o da beni korur” diyen bir halk yaşıyor.

Ön Türklerin ve Türklerin izlerini sürmek, Orta Asya’dan Akdeniz’e Türk ve İslam coğrafyasını tanımak için bu bölgeleri gezmek en büyük hayalimdi. Hayalimi gerçekleştirdim. Geçen ay Rusya Federasyonu içinde kendi özerk cumhuriyetleri olan, Türkçe konuşan dört halkın topraklarına bir gezi yaptık: Altay, Hakasya, Tuva ve Yakutistan (Saha Cumhuriyeti). Altay Cumhuriyeti’yle başlayıp, gelecek haftalarda bunları sırasıyla anlatmaya çalışacağım.
Altay, Hakasya ve Tuva Güney Sibirya olarak bilinir. Ama Sibirya kavramı çoğu kişide olumsuz çağrışımlar yaratır: Soğuk, karlar altında, kuş uçmaz, kervan geçmez bir yer, sürgün diyarı, Dostoyevskivari bir ‘Ölüler Evi’ olduğu düşünülür.

GÜMÜŞ MADENLERİNİN KIYISINA KURULDU

Kitabında Sibirya’dan bahseden ilk Türk, Birinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında bu bölgede esir tutulan 7 bin dolayındaki askerimizden biridir: Tahsin (İsmail) İybar. 1950’de Ankara’da basılan “Sibirya’dan Serendib’e” bir anı kitabıdır. Bir gezi kitabı ancak 1978’de yayımlanır: 1970 yılında dış politika yazıları yazdığım Yeni Gün gazetesinin sahibi Kemal Bayram’ın (Çukurkavaklı) Sibirya Şafağı. Bunu 1992’de Şükrü Haluk Akalın’ın ‘Anayurttan Atayurda -  Gezi Notları’ adlı kitabı izler.
Altaylar gezimiz 10 gün sürdü. İstanbul’dan doğrudan Novosibirsk’e uçtuk. Çoğumuzun daha önce gezdiği kentte oyalanmadan, karayoluyla yaklaşık 5 saat sürecek Barnaul yolculuğuna başladık. Altay Bölgesi’nin (Krai) başkenti, Obi Nehri kıyısında 700 bin nüfuslu modern bir yerleşim. Altay bölgesindeki gümüş madenlerine yakınlığı nedeniyle, 1730’da burada bir yerleşim oluşturulmuş. Kurucusu, Büyük Petro zamanında demir işleriyle zengin olan madenci Demidov Ailesi.
Kısa bir dinlenme ve öğle yemeğinin ardından Barnaul’u dolaşmaya başlıyoruz. İlk yerleşimlerin, anıt ve ahşap evlerin ardından Altay Bölgesel Araştırmalar Müzesi’nde bölgedeki madenciliğin gelişme izlerini, Altay Bölgesi’nde doğan Kalaşnikov’un silahlarını, muhteşem güzel şaman giysilerini görüyoruz. Ardından girdiğimiz Tarih, Kültür, Edebiyat ve Sanat Müzesi’nde harika tabloların yanı sıra çok ilginç bir şaman davuluyla karşılaşıyoruz. Obi kıyısından yürüyerek Lenin Parkı yanında kenti tepeden seyrediyoruz.
Ertesi gün yine Altay Bölgesi’ndeki “Altay Dağları’nın Kapısı” olarak bilinen Biysk’e gidiyoruz. Büyük Petro’nun emriyle Biya ve Katun (Hatun) nehirlerinin birleşip Obi Nehri’ni oluşturdukları yerde 1708’de yaptırılan ilk kale ile kuruluşu başlatılan 210 bin nüfuslu Biysk’te Zafer Anıtı’nı (Rusya’da her kentte Büyük Yurtseverlik Savaşı olarak adlandıran 1941-45 savaşına ait bir zafer meydanı ve anıtı bulunur), eski tüccar evlerini, ana meydanı ve Yerel Etnoğrafya Müzesi’ni geziyoruz. Müzede değişik yerlerden getirilmiş çok ilginç kaya resimleri, geyiktaşları, balballar ve şaman araçları sergileniyor. Müzenin en ilginç öğelerinden biri İkinci Dünya Savaşı sonunda Reichstag binasına bayrak diken Rus askerlerine ve binaya ait parçalar.

İSVİÇRE ALPLERİ’Nİ ANIMSATAN MANZARA

Biysk’ten sonra Altaylar’ın yaklaşık 600 kilometrelik ünlü Çuski Karayolu (M52) başlıyor. Bu yol başlangıçta Katun ve Çuski ırmaklarının çarpıcı manzaralarını sunuyor. Sibirya algımız birdenbire değişiveriyor. Cennet gibi bir yerdeyiz. Her yer yemyeşil, tayga ormanları, küçük, büyük şelaleler, ufak dereler, dağları, ağaçları yansıtan irili ufaklı göller, tepeleri hâlâ buzlu dağlar… Bunlar gerçekte İsviçre Alpleri’ni tanımlamada kullanılan sözcükler.
Katun Nehri, Altay halklarına göre dünyeviliğin ruhaniliğe yükseldiği mistik Şambala’nın kapısı. Altay Cumhuriyeti’nin en yüksek dağı olan Beluha’daki (Üç Sümer zirvesi 4506 metre) Gebler Buzulu’ndan doğar. 690 kilometrelik Katun, Altaylara göre kutsal bir nehir. Bu nedenle birçok yerinde ağaçlara çaputlar asılı. Ağaçlara bez (çaput) asma, yaşam ağacına (gök, yer, yeraltı simgesi) önem veren bir gelenek.
Akıl durdurucu manzaralar eşliğinde konaklama yerine giderken Kamişlinski Şelalesi’ni görmek için ormanda yürüyüş yapıyoruz. Şelale çok yüksek değil. Ancak çok etkileyici ve tabii ki etrafındaki ağaçlarda çaputlar dizili. Akşam Katun Nehri kıyısındaki çok güzel bir turistik tesiste kalıyoruz, nefis yerel yemeklerin eşliğinde. Ertesi gün çevreyi geziyoruz. Katun Nehri içindeki Patmos Adası’nda İncilci Yahya’ya adanan kiliseyi görmek için ufak bir asma köprüyü geçiyoruz. 2001’de 1849’daki orijinaline göre yeniden yapılmış. Ardından Katun’un Çemal ile birleştiği yere kadar nehir boyunca yürüyüş yapıyoruz. Buluşma noktası kutsal. Bu bölge hakkında inanılmaz öyküler var. Ardından 1935’te açılan Çemal Hidroelektrik Santralı’nı görüyoruz. Barajların Rusya’daki kısa adı GES. Bu arada değişik alkol derecelerine sahip bal şarabıyla tanışıyoruz…
/_np/0020/20730020.jpg

ENERJİ YAYAN ŞAMAN MAĞARASI

Öğle yemeği ardından şahsa ait Etnografya Müzesi’ne (Altayski Centr) gidiyoruz. Küratör Aleksandır Bardin’in eşi bizi üç ayrı yapı içinde gezdiriyor. Rus çevirmeni bırakıp onun Altaycasını anlamaya çalışıyoruz. Yavaş yavaş konuştuğunda da anlaşabiliyoruz. Bize Altay’daki farklı inançları, günlük kullanım eşyaları ile Altay geleneklerini ve Altay ressam Çoros Gorkin’in etnografya çalışmalarını anlatıyor. Kuyus Köyü civarındaki resimli taşları (petroglif) görmek için yola çıkıyoruz, ama yolun aşırı bozuk olmasından dolayı fazla ilerleyemiyoruz. Ancak bu arada yol üzerindeki Şaman Mağarası’nı ziyaret ediyoruz. Burası da halkın enerji yaydığına inandığı yerlerden.
İzleyen gün Manjerok Kayak Merkezi’ndeki teleferiklerle yeşil tepeye çıkıyor, Manjerok Gölü’ne bakıyoruz. Ardından doğuya yöneliyoruz. Hedefimiz Altayların Altun (Altın) Köl dedikleri Teletskoye. 232 kilometrekarelik göl deniz seviyesinden 434 metre yüksekte. Uzunluğu 78, genişliği 5 kilometre. En derin yeri 325 metre. Göle en büyükleri Çulişman olmak üzere 70 nehir ve 150 geçici dere akıyor, 40 kilometreküplük temiz su deposu oluşturuyor. Biya Nehri ise bu suları kuzeybatıya taşıyor. Göle doğru yol alınırken yine nefes kesen manzaralar arasında ilerliyoruz. Biya Nehri’nin gölü terk ettiği noktadaki Artibaş’ta sempatik bir otelde kalıyoruz.
Ertesi gün bavullarımızı da taşıyan tekneyle kuzeyden güneye 4 saatlik yolculukla gölü geçiyoruz. Önce biraz yağmur, sonra güneş. Göl çok geniş bir nehir gibi. Ortasında bir yerde inip Korbu Şelalesi’nin havada uçuşan serpintilerini tadıyoruz. Her yerden, yeşillikler arasından eriyen buzulların temiz suları akıyor. Burada doğaya tapmamak mümkün değil. Gölün en güney ucunda karaya çıkıyor ve yürüyerek ahşap evciklerimize gidiyoruz.
Bu akşam banya var. Yani, sauna benzeri yüksek sıcaklıkta buhar içeren Rus hamamı. Buhar yapacak taşlar aşırı ateşte kızdırılacağından yangın tehlikesine karşı banyalar hep ana binalar dışında, su kenarlarında kurulur. Ayrıca Ruslar banyayı kullandıktan sonra buzlu bile olsa çıplak olarak suya girerler ya da karda yuvarlanırlar.

PAZIRIK’TAN ÇIKANLAR ERMİTAJ MÜZESİ’NDE

Gezinin yedinci günü Çulişman Irmağı boyunca küçük araçlarla “off-road” yapıyoruz. Altay Cumhuriyeti’nin en güzel vadilerinden biri. Doğadaki özgür atlarla karşılaşıyoruz. Moğol atları ufak tefektir. Bunlar çok daha iri. Çulişman’ın yeşil vadileri ruhumuzu dinlendiriyor. Bir su kenarında kumanyalarımızı paylaşıyoruz. Fotoğraf durakları dahil 5 saat sonra Katu Yarık’a geliyoruz. Vadi birden daralıyor. Galiba, Türklerin mitolojide erittiği dağ önümüzde...
3.5 kilometrelik, 30-45 derece eğimli zikzaklı toprak bir yol çıkıyor karşımıza. Bu yol birden 600 metre yükseğe çıkarıyor. “Yürüyelim” diyoruz. Ama çoğumuz üçüncü virajda pes ediyor, gelen bir kamyona atlıyoruz. Ortalama 1.5 saat çeken bir yol. Tepeden geldiğimiz vadiyi seyretmek müthiş bir keyif.
Ardından gezinin en önemli yeri geliyor: Pazırık Kurganları. Bunlar yan yana dizilmiş beş büyük kurgan. Önce mezar soyguncularınca elden geçirilmiş, ardından Rus arkeologlarca gün ışığına çıkarılmış. Buluntular şu anda Petersburg’daki Ermitaj Müzesi’nde sergileniyor. 2300 yıl öncesinin ‘Pazırık Kültürü’nü yansıtan bulgular arasında savaş arabaları, 10 santimetrekaresi 36 bin düğüm içeren muhtemelen dünyanın en eski halısı yer alıyor.
O akşam Koçevnik Vadisi’nde ahşap evlerde kalıyoruz.

ŞAMAN RİTÜELİNDE AYI AVINA GİTTİK

Sekizinci gün yine heyecanlanıyoruz. Önce Kalbak-Taş kaya resimlerini görüyoruz. Kayalardaki sekiz bin yıllık resim ustalığı. Evrenle, doğa ile, karşı cinsle, hayvan dünyasıyla ilişki ne güzel betimlenmiş. Resimli kayalar arasında Türklerin ilk ve tek alfabesi olan Runik harfli yazıtlar da görüyoruz. Yalnızca Kalbak-Taş’ta 3 bin dolayında resimli taş var. Ama Altaylarda Kalbak-Taş gibi birkaç alan daha var. Ardından İnya stelleri diye bilinen üç taşın fotoğraflarını çekiyoruz.
Daha sonra bir yerel sürdürülebilir Altay projesi içinde korunan Üç Enmek Parkı’na gidiyor ve orada yerel yemekleri tadıyoruz. Yemekten sonra bize kayçı Ekemen Epişkin 4 ayrı yerel müzik aletiyle müthiş bir dinleti sunuyor. Yalnızca göğüsten, damaktan, gırtlaktan gelen seslerle sunduğu şarkılar değil, mimikleri de olağanüstü. Bizi büyüleyen bir şaman (kam) oluyor. Şarkılarında bizi ayı avına götürüyor, avlayıp geri geliyoruz.

CİNAYETİ, NEFRETİ UNUTTURACAKLAR

Türklerin atayurdu, anayurdu Altaylar temsil ettiği müthiş zengin tarihsel ve kültürel mirasın yanı sıra yürüyüş, tırmanış, dağ bisikleti, rafting, ata ya da deveye binme, off-road, kış sporları olanakları, ormanları, şifalı bitki ve suları, gölleri, şelaleleri, ırmak ve dereleri, mağaralarıyla turizmin yeni gözdesi olmaya aday. Bazı bilinçli Altaylar da bu gelişimin farkında. Karakol Doğa Parkı içinde Ekoturizm Merkezi kurmuşlar. Devlet, parkın kurucusu ‘Ruhun Ekolojisi Okulu’ girişimini destekliyor. Parkın girişinde şöyle yazıyor: “Dünyanın göbek bağı olan Altaylar’da geçmiş nesillerin yaptığı yanlışları düzeltmeyi amaçlıyoruz. Bu gerçekleşince insanlar öldürmeyi, nefreti bırakacaklar, birbirlerini ve doğayı anlamaya başlayacaklar.”

Bu geçitten çıkıp dünyaya yayıldılar

Altay kadın rehber bizi Üç Enmek Dağı eteğindeki Karakol Vadisi’ne götürdü. Bu vadi bizi belki de yaydığı enerjisiyle en çok etkileyen yerdi. Rehberimiz anlayabildiğimiz bir Türkçe ile bize kurganları, taş izleri gösterdi ve vadinin ucunu işaret ederek “işte siz oradan çıkıp gittiniz” dedi.
Nasıl heyecanlanmayalım?

Buz Bakiresi, topraklarına döndü

Gezimizin dokuzuncu gününde önce ünlü Seminski Geçidi’nden geçtik. Arjan-Su’da (Gümüşsu / Şifalı su) mola verdik. Şifalı sular doğa kültüründe son derece önemli. Yeniden başkent Gorno – Altaysk’a geldik ve ‘Altay Prensesi’ kalıntıları nedeniyle yenilenen ve 60 binin üzerinde eserin sergilendiği Anohin Ulusal Müzesi’ni gezdik: Tarih öncesi ve arkeolojik kalıntılar, Altay ressamları, etnoğrafik ögeler ve müzenin en alt katında özel ‘Altay Prensesi’ bölümü...
Bulunduğu yer nedeniyle ‘Ukok Prensesi’ ya da ‘Buz Bakiresi’ olarak da adlandırılan ve sınır tartışmaları nedeniyle Çin ve Rusya arasında yeni polemiklere konu olan 2500 yıllık kadın mumyası arkeolog Natalia Polosmak tarafından 1993’te bulundu. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki Ukok Platosu’ndan çıkan vücudun değişik yerlerinde dövmeler vardı. Mumya Novosibirsk’te sergilenirken 2003 depreminden sonra Altaylar bilim insanlarını doğal afete neden olmakla suçladı, mumyanın Altay Dağları’na geri getirilmesini talep etti. Mumya için özel bir müze yapıldı, geri getirildi. Şu anda lahit içinde sabit ısıda korunuyor.
Kadından 200 yıl sonra üzerine bir erkek gömülmüş. Mezarı açanlar altta başka bir şey olabileceğini düşünmemişler ve mezarı terk etmişler. Genelde Altay halkı ‘atalar kültürü’ nedeniyle mezarlara müdahale etmediğinden donmuş toprak (permafrost) tarafından korunan mezar çağımıza kadar gizemini korumuş.
Altaylarda Şamanist inançlar hâlâ çok güçlü. Bu çerçevede atalar kültü dolayısıyla ölü kültü, dağ, nehir, su kültleri, eski animist inançlar da sürüyor. İnsanla doğa arasındaki dengeyi sürdürmek ana amaç.

Türkler bölgeye 2500 yıl önce gelmeye başlamıştı

Araştırmacılar Altayların tarihini 125-180 bin yıl öncesine kadar götürüyor. Altay Dağları’nda Barnaul’un yaklaşık 150 kilometre güneyindeki halkın Ayu (Ayı) Taş, Batılıların Denisova Mağarası olarak adlandırdıkları mağarada paleo-arkeoloji açısından 9-11’inci katlarda ele geçirilen bir insan benzerinin (Denisova hominin) yaklaşık 40 bin yıllık olduğu saptandı.
Tarihçiler Altaylar’da MÖ 4’üncü bin yılda paleometal olarak adlandırdıkları dönemin başladığını, önce bakır, ardından bronz araçların yapıldığını, MÖ 2500-1700 arasında Afanasiyevo kültürünün başladığını, bunu Anav, Andronovo, Karasuk, Tagar, Kelteminar kültürlerinin izlediğini, zaman içinde avcılık ve toplayıcılıktan üreticiliğe geçildiğini belirtir. MÖ 1000 yılından sonra demir araçlar yaygınlaşır, İskitler, Hunlar, Sarmatlar sahneye çıkar. Ardından Türk kültürü dönemi gelir. Runik alfabeli taşlar, taş babalar, taşlaşmış atalar birbirini izler. Türklerin Tarihi kitabını yazan Jean-Paul Roux, Türklerin MÖ 700-300 yılları arasında Altay bölgesine gelmeye başlamış olabileceğini yazar. Altayların tarihini yazan Rus tarihçiler genelde 6 ve 10’uncu yüzyılları ‘Türk Dönemi’ olarak adlandırır.

Altaylar hakkında bilmedikleriniz

Altay Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu’nun 21 özerk cumhuriyetinden biri. 92 bin kilometrekarelik topraklarda 210 bin kişi yaşıyor, bunun yaklaşık 60 bini başkent Gorno-Altaysk’ta. SSCB’nin yıkıldığı 1991’e oranla sayıları azalsa da nüfusun yüzde 55’i Rus. Kalanların yüzde 35’i Altay, yüzde 6’sı Kazak. Altay nüfusu Teleut, Telengit, Kumandin, Tuba, Çalkandu, Altay-Kiji ve Şor’lar gibi Türkçe konuşan küçük grupları da kapsıyor.
Altay dil ve lehçeleri Kiril Alfabesi ile yazılıyor. 1931-38 arasında Latin Alfabesi kullanılmış. Özerk cumhuriyetin parlamentosu El Kurultay 41 milletvekilinden oluşuyor.
Orta Asya’da Altay Dağları çevresindeki bölgelerde ortaya çıktığı sanıldığından Türkçe, Moğolca ve Mançu-Tunguz gibi üç dilin oluşturduğu dil ailesi Altay Dilleri olarak adlandırılır. Dünyada yaklaşık 50 Altay dili var, 140 milyon kişi tarafından konuşuluyor.
Altay Cumhuriyeti’nde farklı dinsel inançlar bir arada. 2012’de yapılan araştırmaya göre, nüfusunun yüzde 28’i Ortodoks Hıristiyan, yüzde 6’sı Müslüman (Kazaklar), yüzde 13’ü Burhanizm, Tengrizm inançlı. Nüfusun yüzde 14’ü ‘tanrısız’, yüzde 25’i ise herhangi bir dine bağlı değil. Gördüğümüz o ki hemen hemen tümüyle Ruslaştırılmış adlar taşıyan Altaylar şamanizme, animizme, doğaya inanıyor. Bize Üç Enmek Doğa Parkı’nda muhteşem bir gırtlak dinletisi sunan Altay şarkıcısı Erkemen Epişkin inancını anlatırken “Ben doğaya inanırım. Doğayı korurum, o da beni korur. Tanrı insanın içindedir” dedi. Türklerin geldiği yer Altay’da, Atalar Yurdu’nda doğa tapkısı, nehir, su, ağaç, çiçek sevgisi çok yüksek.
Altaylar Sibirya taygaları, Kazakistan bozkırları ve Moğolistan çölleri arasında bir doğal güzellik. Müthiş bir biyolojik çeşitlilik. Tertemiz suların kaynağı olan buzulların 60 kilometreküp olduğu düşünülüyor. 60 bin kilometre uzunluğunda 20 bin kadar nehir, ırmak, dere ve 700 kilometrekarelik alan kaplayan 7 bin göl var. Ülkenin dörtte biri ormanlarla kaplı. Altay, Beluha ve Katunski doğal parkları koruma altında. Yalnızca 865 bin hektarlık Altay Parkı’nda 1270 bitki, kar leoparı dahil 73 memeli, 300 kuş türü bulunuyor.
Uzmanlar Güney Sibirya dağlarında sekiz bitki kuşağının bulunduğunu yazıyor. İğne yapraklı orman diye çevrilebilecek otlar taygalar soğuk tundra kuşağı ile sıcak ya da ılıman kuşaklar arasında yer alıyor. Altay taygalarında en çok huş ağacı, ladin, köknar, aspen yani bir çeşit kavak ağacı ve Sibirya çamı (pinus sibirica) bulunuyor. Sibirya çamına Ruslar sibirskikedr, yani sibirya sediri dediklerinden tüm İngilizce çevirilerde bu ağaç yanlış olarak “sedir ağacı” biçiminde tanımlanıyor.

Dünya Mirası Listesi’ndeki kutsal platodan gaz hattı geçecek

Altaylar’da üç alan 1998’de  UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dahil edildi. Altın Göl (Teletskoye) çevresiyle Altay Parkı, Beluha Dağı çevresiyle Katunski Parkı ve Ukok Platosu. Bu toplam 1 milyon 610 bin hektarlık bir alan. Alp Dağı bitki örtüsüne benzer ormanları, tundraları, stepleri, biyolojik çeşitliliği ve nesli tükenmekte olan kar leoparını yaşatan bölgeleri kapsıyor. UNESCO koruma alanı aynı zamanda Katun, Biya ve Çulişman nehirlerini içine alıyor. Bu bölge ayrıca İskitler, Türkler, Yenisey Kırgızları, Moğollar, Oyratların kültürel izlerini ve Altaylar için kutsal bölgeleri de içeriyor. Yaklaşık 2500 yaşındaki ünlü ‘Altay Prensesi’ ya da ‘Buz Bakiresi’ 1993’te Ukok Plato’sunda bulundu. Ne yazık ki Altayların kutsal bellediği 2200-2700 metre yüksekliğindeki bu platodan Gazprom firması Çin’e doğalgaz taşıyacak boru hattı geçirmeyi planlıyor. Altaylar tabii ki bu projeye karşı çıkıyor. Dünya çevrecileri de onları destekliyor
.

Rus Çarının “altın Treniyle” Pekin’den Moskova’ya



Şenay Ünal / Beyaz Gazete
Farklı coğrafyaları tanımak, ilginç kültürleri keşfetmek, geleneksel tatil anlayışının dışına çıkarak trenle dolu dolu bir tatil geçirmek isteyen gezginler, 25-30 bin lira arasında değişen yüksek satış rakamlarına rağmen “Pekin’den Moskova’ya Transsibirya” 
Transsibirya turunun Türkiye’deki satış haklarını elinde bulunduran tur firmasının Genel Müdürü Atilla Tuna, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 22 Ağustos-6 Eylül tarihlerinde düzenlenen 15 günlük yolculuğun yılda sadece bir kez yapıldığını ve çok ilgi gördüğünü söyledi.
Seyahati ilk kez 1903′te Rus çarının gerçekleştirdiğini, lüks hizmeti nedeniyle de adının “Rus çarının altın treni” olarak bilindiğini anlatan Tuna, “Transsibirya’nın diğer tren yolculuklarından en büyük farkı hem güzergahı hem de verilen hizmet. Biz 20 vagondan oluşan bu trendeİstanbul‘dan alınan yolcuyu Transsibirya hattındaki bir çok kültürü tanımalarını sağlayarak gezdirip geri getiriyoruz” dedi.
Tuna, satış fiyatı 25-30 bin lira arasında değişen Transsibirya Treni’nde 5 farklı standartta vagon bulunduğunu, turlara her yaştan tatilseverin katılabildiğini söyledi.
Bu yılın satışlarının kısa sürede tamamlandığını, gelecek yılın rezervasyonlarını almaya başladıklarını bildiren Tuna, tur kapsamında katılımcıların Pekin’de Yasak Şehir’i, Moğolistan‘da Gobi Çölü’nü, Sibirya köylerini, ikonlar ve katedralleri görebileceğini ve Çar’ın mutfağından özel yemekler yiyebileceğini ifade etti.
-Bugüne kadar 30 bin kişi katıldı
Trenle, Pekin’den Moskova’ya 200 kişinin seyahat edebildiğini belirten Tuna, “Baykal Gölü, Irkutsk, Novosibirsk, Yekaterinburg ve Kazan bu hat üzerinde göreceğimiz yerlerden bazıları. Nostaljik vagonlarda yapılan bu özel gezilerde turdan önce her akşam, geçilecek bölgenin tarihi ve kültürleri hakkında bilgilendirme toplantıları yapılıyor. Trende ayrıca yolcularımızın güvenliği için bir doktor da bulunduruluyor” diye konuştu.
20 yıl önce başlayan yolculuğa bu güne kadar 30 bin kişinin katıldığına dikkati çeken Tuna, şöyle konuştu:
“İlk üç gün İstanbul‘dan Pekin’e uçakla hareket ediyoruz. Pekin’e vardıktan sonra ise otobüsümüz ve yerel rehberimizle buluşuyor ardından panoramik tur yapıyoruz. UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan Cennet Tapınağı, dünyanın en büyük meydanı olan Tian-An-Men’i, dünyanın Sekizinci Harikası olarak adlandırılan Çin Seddi’ni, Ming Mezarlarını ve taştan hayvan heykelleriyle süslü Kutsal Yol’u görüyoruz. Akşam yemeğini Pekin’in en meşhur restoranlarından birinde alıyoruz.
Dördüncü gün, Moğolistan‘da bineceğimiz özel Transsibirya trenimize kadar bir Çin treniyle yolculuğumuza başlıyoruz. Beşinci gün öğle vakti Çin-Moğolistan hududuna geliyor ve Çarın altın trenine geçiyoruz. Bir süre sonra Gobi Çölü’ne varıyor ve ilerliyoruz. Yolculuğumuz Moğolistan‘ın yeşil steplerinden ilerleyerek sürüyor.”
-4 mevsim bir arada
Seyahatin altıncı gününde Ulan Bator’a geldiklerini anlatan Tuna, burada sadece bir gece otelde konaklandığını ve şehrin keşfe çıkıldığını dile getirdi.
Seyahatte ilk haftanın sonunda sırasıyla Sibirya, Baykal Gölü, Ural dağlarının başkenti ve Asya ile Avrupa arasındaki köprü olan Yekaterinburg ve Kazan güzergahında ilerlediklerini bildiren Tuna, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Yolculuğumuzun 15. günü Rusya’nın başkenti Moskova’ya geliyoruz. Uzun bir yolculuktan sonra trenden ayrılıyoruz ve otobüsümüz bizi dört yıldızlı otelimize getiriyor. Öğlen vakti ilk ziyaret yerimiz Kremlin. Kremlin’de altın kaplamalı soğan kubbeleriyle katedralleri ziyaret ediyoruz. Alacağımız akşam yemeğinin ardından Kızıl Meydan ve metro istasyonlarını da kapsayan bir gece turu yapıyoruz. Gezimizin son gününde ise Kurtarıcı İsa Katedrali ile Meryem Ana Manastırı’nı, Aziz Bazil Katedrali’ni ve eski KGB’nin ana binasını görüyoruz. Serbest öğle yemeği için mola alıyoruz. Molanın ardından saat 13.30′da hareket ediyor ve yarım saat sonra havaalanına geliyoruz. Bilet ve pasaport işlemlerinin ardından uçakla İstanbul‘a dönüyoruz.”
-Pekin ördeği, havyar, Moğol yemekleri…
Transsibirya yolculuğunu diğer seyahatlerden farkıl kılan unsurun varılan ülkelerdeki sanatsal ve kültürel etkinliklerin de yakından takip edilmesi olduğunu belirten Tuna, “Gezi kapsamında Baykal Gölü’nde iki uzun fotoğraf molası veriyor, tekne turu yapıyor, Moğolistan‘da at gösterisi seyrediyor, geleneksel Sibirya köylerini geziyoruz. Ayrıca trende ülkeler, bölge ve kültürler hakkında günlük seminerler veriyoruz” ifadesini kullandı.
Gezginlerin, gidilen ülkelerin geleneksel mutfaklarının bilinen lezzetlerini de tadabildiğini anlatan Tuna, Pekin ördeği, havyar, Moğol yemekleri, sütte terbiye edilmiş kuzu eti ve kımızın yanı sıra Baykal Gölü’nde piknik yapma fırsatı da bulunduğunu söyledi.
Çin ve Moğolistan‘da alınacak vizeler ile şehir vergilerinin, restoran ve yerel rehber bahşişlerinin, kişisel harcamaların ve seyahat sigortalarının seyahatsevere ait olduğunu belirten Tuna, bunların dışındaki tüm harcalamaların ve hizmetlerin yolculuk kapsamında olduğunu sözlerine ekledi.

Aslamova: Bol miktarda cinsellik ve biraz da gazetecilik



Hakan Aksay / Rusya Analiz
“Boğaz’da gece yarısı. Avrupa yakasındayız. İstanbul’un tanınmış bir restoranında, sarhoşluğun zirve yaptığı bir ortamda, başarılı bir gazeteci olan sohbet ortağımı daha iyi duymak için kendisine doğru eğiliyorum. Puro dumanıyla kendinden geçmiş bir halde (Gezi Parkı üzerine – HA) felsefe yapıyor: ‘Göstericilerin canı cehenneme! Sürüler gelirler ve giderler…’ Sert şarabın etkisi kafasına vurmuş durumda. Elimi tutup öyle bir sıkıyor ki, neredeyse parmaklarımı kıracak…”
Bu satırlar, Rusya’nın Sovyetler’den sonra rengi epeyce sararan bol tirajlı gazetesi Komsomolskaya Pravda’nın 9 Temmuz 2013 tarihli sayısından. Yazan, gazetenin ünlü muhabiri Darya Aslamova.
Aynı Aslamova, yıllar önce kendisiyle yapılan bir söyleşide “çalışma tarzı”nı şöyle açıklıyordu:
“Ben gazeteciyim ve seks mülakatlarında yıldızların sırlarını ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Şöhretin şımarttığı insanlarla oturup konuşuyoruz. Onlara mahrem sorular sormam gerekiyor. Ama bodoslama sorsam düşüp bayılabilirler. Önce onları kendime alıştırmam gerek. Bana güvenmeleri gerek. İçki içmemiz gerek. İçmeden doğru dürüst mülakat çıkmaz. Onları beni arzu edecek kıvama getiriyorum. Mülakatın tamamlanmasından sonra da ortadan kayboluyorum. Ayılınca telefon etmeye, mülakatın gazeteden çıkarılmasını talep etmeye başlıyorlar. Böyle bir sürü skandal yaşadım. Bu ‘kurbanlar’ bazen aylarca peşimden koşarlar. Hayır, onlara acımıyorum. Onlara o kadar katlanmam gerekiyor ki… Bazen ellerini eteğimin altına daldırırlar, bazen daha konuşamadan kütük gibi sarhoş olurlar…” (AiF-Lyubov gazetesi, No: 24, 1997)

‘Efsane’ olmak isteyen taşralı kız

Darya Aslamova 8 Eylül 1969’da doğdu. Doğum yeri Erivan değil, Rusya’nın Uzakdoğusu’ndaki Habarovsk kenti (bu hatayı yalnızca Aslamova’yla ilgili yazan Türk gazetecileri değil, birçok Rus kaynağı da yapıyor). Otobiyografik yazılarından ve söyleşilerinden öğrendiğim kadarıyla, babası şair, annesi ise kendisine “asla bir şairle evlenme” tavsiyesini veren, “pratik zekâ sahibi” bir tezgâhtar.
Darya okul yıllarında başarılı bir öğrenci. Ama büyüdükçe yaşıtlarının kendisini zayıf, çelimsiz, küçük göğüslü bulmasından dolayı özgüven sorunu yaşadığını ve bir zaman sonra “yalnızca akıllı değil, aynı zamanda güzel olduğunu” herkese göstermeye yemin ettiğini söylüyor.
İkinci bir kompleksi daha var: Taşranın uzak bir bölgesinden başkente geliyor ve Moskova Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi’ne giriyor. “Moskovalılardan daha kötü olmadığını” kanıtlamak zorunda. Erkekleri etkilemeyi öğrendikçe komplekslerin geride kaldığını ve kendine güveninin arttığını hissediyor.
Üniversitenin öğrenci yurdunda ve Moskova sokaklarında birçok macera yaşıyor. Bu arada annesinin de etkisiyle, “zengin erkeklerin kokusunu alıp özellikle onlara aşık olma” yeteneğini geliştiriyor.
Devamsızlıktan fakülteden kaydının silinmesi talebiyle karşılaşsa da bu tehlikeyi atlatıyor. Okul sonrası hemen Komsomolskaya Pravda gazetesinde çalışmaya başlıyor. Yeni Rusya’da artık “sosyete muhabirliği”ne ihtiyaç duyuluyor. Ve iddialı genç kız, denendiği bu bakir alanda başarılı oluyor. O yıllar aynı zamanda, ağır Sovyet geleneklerinden sıyrılmakta olan toplumun cinselliği ilk kez aleni olarak tartışmaya başladığı dönem.
Yıllardan beri aklında olan “mutlaka ünlü olmalıyım” düşüncesi, 23 yaşında kesin karara dönüşüyor. Sevgililerini ve onlarla ilişkilerini “tüm ayrıntılarıyla” aktardığı bir yazı yazıyor gazeteye.
Yazının başlığı (“Ahlaksız Kız”), sonraki yıllarda yazdığı 7 kitabının 4’ünün adında yer alıyor.
Sovyet Parlamentosu Başkanı Ruslan Hasbulatov’dan aktör Aleksandr Abdulov’a kadar birçok ünlü ile yaşadığı (veya yaşadığını öne sürdüğü) mahrem sahnelerin ayrıntılarını yazarak amacına ulaşıyor.
Yani ün kazanıyor. (Bu arada “Çılgın Gazeteci Kadının Notları” adlı kitabındaki bir Arap ülkesinde zorla fahişelik yaptırılan Rus kadının öyküsünün, aslında kendi yaşadıklarını yansıttığını da söylemiştir. Yani yazma aşkıyla hayatını tehlikeye attığını ve uzun süre fahişelik yaptığını! İnanıp inanmamak, elbette okura kalmış…)

Savaş, seks ve rezillik edebiyatı

Bu arada kahramanımızın kimileri için şaşırtıcı sayılacak bir alanda da önemli başarılar kazandığını eklemeliyim. Savaş muhabirliğinden söz ediyorum. Aslamova “ilk Rus kadın savaş muhabiri” olduğunu belirtmeye özel önem veriyor. Saddam Hüseyin’le görüşen (2003) tek kadın gazeteci olduğunu vurgulamaya da. Abhazya, Dağlık Karabağ, Kamboçya, Osetya, Tacikistan, Yugoslavya, Ruanda, Çeçenistan, Mali ve Ortadoğu ülkelerinde defalarca savaş muhabirliği yapıyor.
Tabii kendi yoğurt yiyişiyle. Örneğin, Karabağ savaşı sırasında kendisini ve beraberindeki Ermeni arkadaşlarını kurtarmak için vücudunu Azeri savaşçılara cömertçe sunduğunu neredeyse gururla anlatıyor.
Onu anlatan bir yazının başlığı “Savaş ve seks için doğmuş bir kadın”. Aslamova şöyle diyor: “Savaş, benim için adeta bir uyuşturucudur. Canlı ile ölü arasındaki sınır gibidir. Bu ise, ancak seksüel duyguya benzeyebilir.”
Zevkin önemli bir bölümü de alkolle ilgilidir Aslamova’ya göre. “Beygir gibi içerim” der bir söyleşide. Bir başkasında ise konuyu savaşa bağlar: “En şaşırtıcı içki âlemleri savaşta olur. Sanki son kez içiyorsundur. Bütün duyguların anında keskinleşir.”
1999’da Duma seçimlerine katılan Aslamova’yı (ve rakibi olan bir başka milletvekili adayını) ünlü Rus yazar Dmitriy Bıkov şöyle yorumluyordu: “Adayların ikisi de kötü. Biri ötekinin etekli – hatta çoğu zaman eteksiz – hali. Ama Aslamova rezillik edebiyatında daha tutarlı ve daha ilginç bir stille yazıyor. Zevksizliğin zirvesine ulaşmak için öylesine inatçı ve kararlı davranıyor ki, yazdıklarını okumak keyif veriyor.”
Aslamova, Komsomolskaya Pravda muhabiri. Gazeteci. Yorumcu. Yazar. Artık 43 yaşında.15-20 yıl önceki sansasyonel etkisi yok. Ama adı bilinen, artık epeydir alışılmış bir magazin figürü kadar ilgi görüyor. Gazetecilikte ön sıralarda gelmiyor. Tam anlamıyla bir“Rus Emmanueli” olabildiğini söylemek de mümkün değil.
Kimilerine göre gençlik yıllarına kıyasla epeyce sakinleşti. Ama iş yaparken eski alışkanlıkları ve imajı canlanıveriyor. Söz gelimi, geçen yaz Türkiye üzerinden geçtiği Irak’la ilgili izlenimlerini aktarırken şu tür ifadelerden vazgeçmiyor: “Dolarları sütyenime, avroları kilotuma sakladım.” (O sırada Aslamova’nın kılık değiştirerek CHP’li milletvekillerinin giremediği Hatay’daki Suriye mülteci kampına sızmayı başarması bizdeki iç politika gündeminde de yer bulmuştu.)
Aslamova son zamanlardaki söyleşilerinden birinde ikinci evliliğinde aile saadetini bulduğunu ve yıllardır eşini hiç aldatmadığını söylüyor. Kızının kendisi gibi maceracı olmasını istemediğini ekliyor. Bir başka sohbette ise “çantamdan prezervatif asla eksik olmaz” diyerek alışık olduğu yöntemle “gündem yaratıyor”, daha doğrusu “gündem oluyor”.
“Gündem olmak”… Bir gazeteci, gündemle ilgili haber ve yorum yazmaktan ziyade kendisini bir “gündem” haline getirmeye çalıştığında, sonuç üç aşağı beş yukarı hep aynı oluyor: Gazetecilikten uzaklaşmak!..
Cinsellik sosuyla yapılan gazetecilik ise elbette bambaşka bir konu. Türk medyasında da her yaptıkları işte “kendilerinden bir parça” sergileyemeye çabalayan, “eşsiz” güzelliklerini aç okurların gözüne sokmaya ve hatta neredeyse kendi yazdıklarının bile önüne koymaya gayret eden kadın gazeteciler var… Cinsellikte tabuları yıkma bahsine bayılan – ancak Aslamova kadar ileri gitmeye cesaret edemeyen – bu “projeler”, gazeteciliği nasıl etkiliyor; o da ayrı konu. Ya da belki, aynı konunun bir parçası. Neyse, artık onlar da başka bir yazımızı çiçeklendirsin.

Rus kızları Türkiye’de nasıl davranmalı?


ria.ru
Çeviri: Nazife Çevik – Rusya Analiz

Turist sayısının olağanüstü fazla olması, akıllarına estiği gibi davranma alışkanlığı ve (Rus kızı) seçme şansının sınırsız olması Türkleri şımartmış durumda. Yerli halkla düzgün ilişkiler kurabilmek için, bazı temel kurallara uymak gerekir.
Kimisi Türkiye’ye tatile geliyor, evlenip temelli buraya yerleşiyor ve yaşadığı hayatı öve öve bitiremiyor… Kimisi ise, büyük bir şevkle yerel halktan uzak durmayı, asla gülümsememeyi ve kimseyle göz göze gelmemeyi öğütlüyor. Konu Türkiye. Hep olduğu gibi ikisinin arasında bulunan olan gerçeği Ria.ru yazdı.
Doğulu zihniyet, bir yandan aşırı bir resmiyet, öte yandan ölçüsüz bir samimiyet durumunun patlamaya hazır bir bileşimi gibidir. Kadının üstüne gereğinden fazla düşme ve aynı zamanda onunla olan ilişkilerinde korkutucu bir sofuluk; davetsiz misafirperverlik ve deli bir öfke; bağırıp çağırmaları eksik olmayan semt pazarları ve tarihi camilerin sessiz mi sessiz avluları… Tek bir kelimeyle tam bir zıtlıklar dünyası. Çoğunlukla daha mutedil davranış normlarına meyilli olan Rus insanının, bu şartlarda yolunu kaybetmemesi ve fokur fokur kaynayan Doğu atmosferinin içinde altın oranı bulması zordur.
Yerli halka düzgün ilişkiler kurabilmek için, irdeleyeceğimiz bazı temel kurallara uymak gerekiyor. Ne olursa olsun, bir seyahate çıkmadan önce, yerel geleneklere saygılı olmak gerektiğini kafanıza yerleştirin ve laikliğinin yanında, Türkiye’nin bir İslam ülkesi olduğunu da unutmayın.
Basitliğinden mütevellit neredeyse gizemli ve her yerde işe yarayabilecek bir tavsiye daha:  karşısında, ülke sizin beklentilerinize hep aynen karşılık verecektir. Şayet her köşede bir tatsızlıkla karşılaşmayı bekliyorsanız, çok da fazla beklemeyeceksiniz: Taksiciler dolandırır, otellerdeki duvar kağıtları renklerini kaybetmiştir… Öte yandan, kendisiyle içten bir arkadaşlık kurmak isterseniz ülke size muhakkak bir şekilde yanıt verir; ya güzel bir havayla, ya da doğanın başka turistlerce fark edilmemiş mucizevi bir köşesini göstererek…
Rus turistleri, Türkiye’de rahatsız edicek şeyler birkaç tanedir; fakat bunlardan haberdar olurlarsa kolaylıkla hakkından gelebilirler.

Başlıca ve asıl tehlike, Türk erkekleridir.
Türkiye’de kadınlar konusunda durum şu şekilde gelişmiştir: 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve ona laik devlet statüsünü vermiş olan Atatürk, Türkler’in psikolojisinden, Müslümanlar’ın kadınlara bakış açısını tamamen silememiştir. Bir yandan, Türkler’in birçoğu ebeveynlerine içten bir saygı besler; özellikle de annelerine. Ve tanımadıkları kadınların yanında, sanki bu kadınlar keşfedilmemiş birer objeymiş gibi, utanıp sıkılırlar. Öte yandan, Türk erkeklerinin ruhunda, bağımlı ve kendilerinden daha düşük konumda gördükleri kadınlara karşı korumacı bir tavır yatar. Bu ikili durum, acemi misafirleri hayrete düşürür ve adapte olmaları bir hayli zorlaşır.
Sonuç olarak, Türkiye’deki erkekler, kadınlara karşı tepeden bakan yaklaşımlarını açıkça ve her zaman sergilemezler. En azından, tanışma anında. Hiç belli etmezler. Tesadüfi bir karşılaşmanın ilk dakikasından itibaren, Türkler onlarca iltifatı birbirini ardına sıralayabilir; ki bu, karşı konulması güç bir sınavdır. ne olursa olsun, şu sözleri duymak oldukça hoştur: “Dudakların, tıpkı pembe taç yaprakları gibi, kaşların ise…” ve Binbir Gece Masalları’ndan alınmış daha niceleri…
Türk erkeklerini küstah yalancılar olarak nitelendirmek de mümkün değildir. Doğuştan sarışın olan kızlarımız, kitlesel olarak saçlarını sarıya boyayan Türk kadınlarına karşı rekabette gerçekten de zorlanmaz. Ayrıca, birçok Türk kadını, doğuya özgü olan o görkemli güzelliğini şaşılacak bir hızla yitirip, 30-35’ine geldiğinde (bizimkiler en güzel çağını yaşarken), hantal teyzelere dönüşüverirler. Buna sebep olarak, evde oturmak (birçok Türk kadını ev hanımıdır) ya da çeşitli ve birbirinden lezzetli yemekler gösterilebilir. İlgi çekiciliklerini kaybetmeleri ise, Türkler’in kendilerinin bile inkar etmedikleri bir gerçektir. Dahası, Türkiye’deki kadın nüfusunun, büyük bir kısmının Müslüman olduğunu ve bu duruma uygun bir biçimde giyindiklerini unutmamak gerekir. Bundan mütevellit, başı kapalı ve koyu renkli, bol pardösüler içerisindeki bir kadın pek de arzu edilir gözükmez.
Şüphesiz ki, Türkiye’deki Rus kızları, aşırı çekingen Türk delikanlıları için bir kurtuluştur. Ruslar, daha sosyal ve barışçıldırlar. En azından, bir tanışma teklifine karate ile karşılık vermezler. Üstelik ağabeyleri ile babaları da epeyce uzaktır.
Türk erkeklerinin lehinde, her zaman kaba ve küstah olmadıkların belirtelim. Şayet, bir kız flörte kesinlikle yanaşmıyorsa ve gerçekten de tanışma konusunda isteksiz ise, ortalama bir Türk erkeği, genellikle ısrar etmez ve hatta verdiği rahatsızlıktan dolayı özür diler. Israr etme derecesi, turist sayısına bağlı olarak artabilir.
İstanbul ve Antalya ise ayrı bir muhabbet konusudur. 90’lı yıllarda, “bavul ticareti” ile uğraşanlar bir yandan ailelerinin karnını doyurup, bir yandan da ülkeyi Türk tekstiliyle donatıp, aynı zamanda Türk ekonomisini desteklerken, çok sayıda genç kız da, daha farklı bir çalışma amacıyla Rusya’dan İstanbul’a gitti. Ve başardılar da. Öyle ki, geçen 20 yılın ardından, Türkiye’de pek çokları Rus kadınlara hâlâ birer seks objesiymiş gözüyle bakıyor ve birçok insan, eski alışkanlıklardan ötürü Rus kadınlarını “Nataşa” diye adlandırmaya devam ediyor. Neyse ki, zaman değişti. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerde, birçok açıdan olumlu değişimler yaşanıyor. Günümüzün turistleri daha usturuplu davranıyor ve Rus imajı günden güne düzeliyor.
İstanbul’dan farklı olarak, turistler Antalya’ya dinlenmek ve kafa dağıtmak için gidiyorlar. Bu sebeple, Antalyada’ki yerel halk, turist sayısının olağanüstü fazla olması, akıllarına estiği gibi davranma alışkanlığı ve seçme şansının sınırsız olması nedeniyle şımarmış durumdadır. Kızlar da adaleli ve yakışıklı delikanlılarla birlikte olmaktan memnundur. Türkiye’de romantizm ise başka bir makalenin konusudur. Bu noktada şimdilik Rus kızlarının dikkatini çekeceğimiz tek bir husus vardır: İlişki kurduğunuz Türk erkeği açısından sizin gibi Rus kızlarının sayısı onlarca değil, yüzlercedir. Bunu aklınızda tutun!..

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Rusların gözünde övünç kaynakları


RIA Novosti’nin haberine göre Rusya Kamuoyu Araştırma Merkezi’nin sosyoloji uzmanları, Rusların kimle ve neyle en çok övündüklerini belirledi.

Övünç listesinde, politikacılar, bilim adamları, spordaki başarılar ve askeri güç var.

Ülkenin tarihi Ruslar için tabii ki en öncelikli övünç kaynağı. Ankete katılanların yüzde 85’i ülkelerinin tarihiyle övünç duyuyor.

İkinci derecede Rus sporcuların başarıları var. Anketi yanıtlayanların yüzde 77’si bununla övünüyor.

Üçüncü sırayı ise sanat ve kültür alıyor. İlginç, halbuki belki de birinci sırayı bu almalıydı.

Bundan başka ülke yurttaşları ordu ve askeri güçleriyle gurur duymaktalar.

Yaşlı kuşak ise Rusya’nın uluslararası arenada aldığı tutumla övünmekte.

Ankete yanıt verenler yaşam düzeyinin yükselmesi ve ekonomideki büyüme, uluslararası arenada ülke nüfuzunun sağlaşması ile övünüyor. Bilimin gelişmesi, DTT’na üye olması, uzayın benimsenmesi v.b. da gurur kaynakları arasında.

Ankete göre, Rus bilim adamları, sporcular, kozmonotlar, artistler, ve diğer ünlü şahıslar gurur kaynağı.

14 Ağustos 2013 Çarşamba

“İki gönül bir olunca samanlık seyran olur”, hele bir de sevdiğinizin cukkası sağlamsa!


Mütevazi Blogumuzda yer alan “Rusça (Garantili) Aşk Sözleri” başlıklı paylaşımımızın dost web siteleri http://www.turkrus.com/ , http://www.moskovalife.com/ , http://rusyam.com/  tarafından itibar bulup yayımlanmasından yüz bulup konuya biraz daha mı devam etsek, dedik.

Malum “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur”, diye bir atasözümüz var.

Sevdikleriyle hayalindeki evde yaşamak için bir değirmenin, taş ocağının, ambarın, deponun, hatta inek ahırlarının içinde kendi özel yaşam kozalarını yaratanları görünce, bu söze inanmamak elde değil!

Konuyla ilgili Rusçada da buna benzer bir atasözü var.

С ми́лым рай и в шалаше́’ [s mílım ray i fşalaşé] – ‘Sevgilinle kümes (baraka) bile cennet olur’.

Ancak günümüzde Rusların bu atasözü hayatın acı gerçeklerine uyarak biraz değişime uğradı.

Rusların gündelik konuşmalarında bu atasözünün başka türlü söylenişlerini de duymak mümkün: 

С милым рай и в шалаше, если милый атташе [s mílım ray i fşalaşé ésli mílıy ataşé] – ‘Sevgilinle kümes (baraka) bile cennet olur, (özellikle) sevgilin ataşeyse (diplomatsa)’.

Ruslar bu deyime  mizahı da katmışlar.

Doğru, evet, sevgi çok önemli, ama maddi durumu, cukkayı, prestiji de unutmamak gerekir.

Mesela, biz de “İki gönül bir olunca samanlık seyran olur, hele bir de sevdiğinizin cukkası sağlamsa!” diyebiliriz.


Ne yazık ki iki gönül bir olunca samanlık seyran olmuyor her daim. 

Söylenen sözler, bir zaman geliyor, geçerliliğini kaybediyor çoğunlukla.


Varsayalım iki gönül bir.Samanlığı seyran yapmak gerekiyor. Nasıl olacak bu iş?


Asgari ücret şu kadar ytl.
Kuru fasülye: bilmem kaç ytl. Neymiş efendim: " iki gönül bir olunca, samanlık seyran” oluyormuş.

Çok şahit olmuşuzdur, " Samanlık seyran olur" deyip sevdalananları. Ama samanlık, saman alevi gibi yanıp gidiyor sonra tabi.

Of, oofff nerede bizim zamanımızdaki Ferhat’lar, Şirin’ler?!...Şimdikiler, bir bilezik için, samanlığı ateşe verirler!

Zaman geçtikçe , aşklar da çürüyor. Tıpkı domates gibi...
Güzelim aşklar, heba oluyor bazen...
Lafta kalıyor her şey...

Aşk dediğimiz şey, samanın saplarına karışıp gidiyor bir zaman sonra.Matematik ağır basıyor beraberliklere, birlikteliklere...

Acı ama gerçek, çok gördük, cebinde beş kuruşu yok, saçlar briyantinli, sokak köşelerinde kız bekleyen delikanlıları...Çok gördük, mantıksız, çarşıda, pazarda, kısmet bekleyen , permalı genç kızlarımızı...

Zengin kız- fakir erkek, fakir kız- zengin erkek...
Olur sonrası , THE END...

" Bohçanı hazırla, bu gece seni kaçıracağım Ayşe," deyip, sadece aklını kaçıranlara çok şahit olunmuştur.

" Bohçanı hazırla, bu gece seni kaçıracağım Ayşe," deyip, sadece aklını kaçıranlara çok şahit olunmuştur.

Malum, her şey “duygusal”…

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Tuva Türkleri dağ ve nehirle konuşur, gücünü doğadan alır






Faruk Pekin / Hürriyet


Asya’nın tam ortasında, Rusya - Moğolistan sınırındaki Tuva Cumhuriyeti 2003’te ‘yüzyılın arkeolojik olayına’ sahne olmuştu.



Kağanlar Vadisi’ndeki 2700 yıllık mezarlardan çıkan objeler tarihi değiştirdi, Türkler’in altın işçiliğindeki ustalığını ortaya koydu. 

Bugün bu topraklarda Budist-Şamanist Tuvalar yaşıyor.

Türk coğrafyasında Şamanları nedeniyle çok merak edilen Tuva (Tıva) bölgesine gidiyoruz. Bunun için Moskova’dan, Rusya’nın 21 özerk cumhuriyetinden biri olan Hakasya’nın başkenti Abakan’a uçuyoruz. İsterseniz İstanbul’dan direkt uçuşla Novosibirsk’e, oradan trenle Abakan’a geçebilirsiniz. Abakan’dan karayoluyla Tuva’nın başkenti Kızıl’a gideceğiz.

Haziran başı olmasına rağmen kar yağıyor. 2002’de Krasnoyarsk Valisi Aleksandr Lebed’in sisli bir havada helikopterinin düştüğü yerde durup fotoğraf çekiyoruz. Çevrede çaput (bez) bağlı ağaçlar görüyoruz. Yolumuz üzerindeki küçük kasabanın adı Turan. Küçük müzesini görüp ünlü Arjan-2 kurganını görmeye gidiyoruz. Mezar kurganın ortasında yer almadığından defineciler bulamamış.


ASYA’NIN MERKEZİ ANITLA İŞARETLENMİŞ

Kızıl gezisine Zafer Meydanı’ndan başlıyoruz. Yeni yapılan bir Budist tapınağını geziyoruz. Yan duvarda 14’üncü Dalay Lama’nın büyük bir fotoğrafı bulunuyor. İki nehrin birleşerek Yenisey’i (Uluğ Hem-Büyük Akarsu) oluşturdukları alana bakıyoruz. Yenisey kıyısında yürüyoruz. Ardından 1964’te dikilen Asya Merkezi Anıtı’nda fotoğraf çektiriyoruz. Yürüyerek ana meydana gidiyoruz. Kızıl’ın kurulduğu yıl yapılan ahşap bina da bu yolda. Onu diğer ahşap binalar izliyor. Birden kendimizi Tuva Parlamentosu (Uluğ Ural) önünde buluyoruz. Binanın önyüzünde Tuva arması yer alıyor, tepesinde hem Rusya Federasyonu’nun hem de Tuva Cumhuriyeti’nin bayrağı dalgalanıyor.

Bugün 12 Haziran, Rusya Federasyonu’nun kuruluş yıldönümü. Lenin heykeli yanına kapalı bir platform kurulmuş. Tuva bu günü kutluyor. Yarışlar sürüyor. Ama meydana bakan iki büyük bina var: Biri hükümet binası, diğeri tiyatro. Meydanın tam ortasında bir büyük Budacı dua yuvarlağı bulunuyor. Yan duvarında ‘mani’ yazıyor. Om Mani Pad me Hum, “Selam olsun Lotus’taki Cevhere” yani Buda’ya: Platforma çıkanlar soldan sağa dua yuvarlağını çeviriyor. Alan panayır gibi. Herkes en güzel elbiselerini giyinmiş. Çocuklar oyun oynuyor, değişik müzik aletleri çalınıyor, bazıları çift hörgüçlü develerle geziyor.

Kızıl’daki ana hedefimiz 60 Bahadır Ulusal Müzesi. Tuva gezimizin ‘highlight’ı. Müzede hem birkaç yıl önce taşınan Arjan-2 hazinesini göreceğiz, hem de yıllardır bu müzede sergilenen balbalları ve minik yazıtlı taşları inceleyeceğiz.

TARİHİ DEĞİŞTİREN 20 KİLO ALTIN
Arjan, İskitlere ait kurganların bulunduğu Kağanlar Vadisi’ndeki yerin adı. Sibirya Türklerinin dilinde arjan şifalı su, kaynak suyu anlamında. Arjan-2 kurganı 80 metre çapında, 2 metre yüksekliğindeki bir höyük. İlk kez 1997’de incelenmiş. 2001-2003 yıllarında bir Rus-Alman heyetince yapılan kazıda “21’inci yüzyılın en büyük arkeolojik keşfi”ne sahne olmuş. Mezardaki kadın ve erkekten herbirinin giysisi yaklaşık 5 bin altın parçadan oluşuyor. Toplamı 20 kilo. MÖ 7’nci yüzyıla ait olduğu belirtilen parçaların tüm İskit tarihini değiştireceği belirtiliyor. Kurgandaki diğer mezarlarda 14 at kemiği ile hançerler, baltalar, ok uçları, aynalar, boncuklar, kürk ve keçe parçaları ele geçirilmiş.
Kalıntılar müzede yüksek güvenlikli odada sergileniyor. İçeri girerken her türlü eşyanız, cep telefonları, fotoğraf makineleri dışarıda bırakılıyor. Altın hakan pantolonu ve kadın saç iğnesi özellikle aklımızı başımızdan alıyor. Bu çok ince maden işçiliği göçebe-savaşçı Türklerin madencilikte neden çok mükemmel olduklarını da gösteriyor. Sersemlemiş halde müzenin kapalı alanından çıkıp açık havada sergilenen balbalları, runik harfli yazıtlı taşları, ‘tamgalı’ taşları görmek için aşağıya iniyoruz. Atalarımızın kültür öğeleri ayrı bir heyecan veriyor.
Müzeden sonra Kızıl’daki en ilginç yerlerden Şaman Kliniği’ne gidiyoruz. Esas klinik tek katlı çok odalı ahşap bir bina ile bir avludan oluşuyor. Stalin döneminde Şamanlar (kam) ciddi baskı görmüş, öldürülmüş. SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden ortaya çıkıp, Şaman Klinik etrafında bir araya gelmişler. 1931’de Tuva’da yaklaşık 750 Şaman varmış. Bugün 50 dolayında.

ŞAMAN KLİNİĞİ’NDE FAL VE TERAPİ
Klinikte Şamanlar başvuranları hastalıktan kurtarmaya çalışıyor, el falı bakıyor, gelecek okuyor, Şaman törenleri (kamleniye) gerçekleştiriyor. Bize de Şamanizmi anlattılar. Özel davulu, tokmağı, giysileri, törenleri hakkında bilgi verdiler.
O akşam Yenisey kıyısında bağımsız yurtlardan oluşan bir konaklama tesisine gittik. Bize orada önce Alaş Grubu mükemmel bir gırtlak şarkıları konseri verdi. Ardından bir Şaman töreni izledik.
Şaman geldi, önce kutsal bir mekânda dua etti. Ardından elindeki ayı pençesiyle tek tek hepimizi kutsadı, iyi ruhlara çağrı yaptı. Ardından ateşin yanında davulu çalarak esrime çabasına girişti. O sırada gökte görünen hilali işaret ederek onun görünmesinin törenin başarılı geçeceğine bir işaret olduğunu bildirdi. Tören sonunda onunla birlikte ateşin etrafında döndük. Son derece etkileyiciydi.
Ertesi sabah günümüzün en büyük Şamanı kabul edilen Manguş Kenin – Lopsan ile görüştük. Bu inanılmaz görüşmenin ardından bir Tuva evini ziyaret için yola çıktık. Önce ünlü çoban heykelini gördük. Yolun bir yerinde çok sayıda çaputlu ağaç vardı. Kutsal yer olduğu anlaşılıyordu. Bizi yerel giysili genç kızlar karşıladı, ağaca bağlamamız için bez verdiler. Hep birlikte ağaca çaput bağladık.
Ziyaret ettiğimiz büyük yurt içinde bize günlük yiyeceklerinden örnekler sundular. Bir sanatçı gırtlak şarkıları söyledi. Atlarla gösteri yaptılar, kementle at yakaladılar. Tuva hüreşi (güreş) örneği sergilediler. Bir günlük olağan bir Tuva yaşantısını izledik. Yeşil yaylalardaki büyük hayvan sürüleri son derece ilginçti.

KRUPSKAYA İLE LENİN BURADA EVLENMİŞTİ
Geriye dönmek için Abakan’a giderken iki yere daha uğradık: Krasnoyarsk bölgesindeki Şusenskoye Köye ile Minusinsk kenti. İlki Lenin’in sürgün edildiği yer. Nadejda Krupskaya ile orada evlenmiş. Toplam üç yıl kaldıkları iki ahşap ev korunmuş, sonra onların etrafında mükemmel bir açık hava ahşap mimarisi ve etnoğrafya müzesi oluşturulmuş.
70 bin, nüfuslu Minusinsk’te ise Türklerin mutlaka görmesi gereken bir müze var. Müzede sergilenen Hakas-Minusinsk havzası kökenli geyiktaşı, balbal, runik yazıtlı taşlar Türk tarihi açısından son derece önemli. Bir taşa şunlar yazılmış: “Karımdan ve oğlumdan ayrıldım. Ülkeme geldim. Aç ayı kabilesinden ve evimden ayrıldım. Yazık. Erlik adımı bıraktım. Kartım (yaşlıyım).”

17’nci yüzyılda Budist oldular, puta tapmıyorlar

Tuvalar, Türkçe konuşan halklar arasında, Sarı Uygurlar gibi bazı ufak gruplar hariç, Budizme inanan en önemli Türk kökenli grup. 17’nci yüzyılda Budist olmuşlar. Moğol hükümdarı Altay Han’ın Budizmin iki büyük kolundan Mahayana (Büyük Araç Budizmi) içinde sayabileceğimiz Tibet Budizmine (daha doğru ifadeyle Himalaya Budizmi) önem vermesinin ardından Moğolların egemenliği altında bulunan Tuvalar da Budizme inanmaya başlamış. Bu inanç Çinlilerin egemenliği döneminde sürmüş. SSCB dönemindeki ‘ateist’ kampanyalarla gerilemiş.
1991’den sonra dinsel inançlara özgürlük geldiğinde 14’üncü Dalay Lama Tuva’yı ziyaret etmiş. 75 yıl önce Stalin döneminde yıkılan en önemli Budist tapınağı yeniden inşa edilmiş, diğerleri gibi.
Tuvalar resmi olarak Budacı görünüyor. Ancak doğaya, animizme, Şamanizme tapkı, Tengricilik (Gök Tanrı Kültü), dağ kültü, su kültü, doğa ruhlarına inanç şu anda Budizmden daha önde. ‘Lamaizm’ olarak adlandırılan Moğolistan tarzlı bir Budizm anlayışı çok hızlı yaygınlaşmıyor.
Altaylarda olduğu gibi Tuva’da her yer taş heykellerle dolu. Ama hiçbir yerde puta tapma geleneği yok.

Baş Şaman bizi “akrabalar gelmiş” diye karşıladı

Manguş Kenin – Lopsan (88), tüm Tuva Şamanları’nın lideri. 16 çocuklu bir ailenin altıncı çocuğu. Anneannesi Kuular Handizhap çok ünlü bir kadın Şaman. ‘Uluğ Kam’ diye bilinirmiş. 1933’te Stalin’in emriyle toplama kampına gönderilmiş. Stalin’in ölüm tarihini önceden bilmiş. Stalin ölünce de salınmış. Salındıktan hemen sonra da ölmüş. Lopsan’ın ailesinde çok sayıda kam ve kayçı var. St. Petersburg’da üniversite bitirmiş, akademisyen olmuş, tüm yaşamını Tuva Şamanları’nın incelenmesine hasretmiş. Şamanlar üzerine çok sayıda makale ve kitap yazmış. Artık fiilen Şamanlık yapmıyor. Gözleri de çok iyi görmüyor. Türklerin geldiğini duyunca çok sevindi. “Akrabalar gelmiş” diyerek özenle özel giysilerini giyerek bizi karşıladı. Hâlâ çok karizmatik. Etrafına çok farklı bir enerji saçıyor.

Millet sel derdinde, balerin reklam...




Rusya'nın sansasyonel ismi, Bolşoy Tiyatro'nun eski baş balerini balerini Anastasya Voloçkova'nın, ülkenin  uzak doğusundaki Amur bölgesinde yaşanan sel felaketini “reklam” amacıyla kullanması tepkilere yol açtı.

Yüzlerce evin sular altında kaldığı felaketin yaralarının sarılmaya çalışıldığı bölgeye giden Voloçkova'nın, sel mağdurlarına yardım amaçlı olduğu belirtilen hayır konserinin ardından verdiği özel pozlar internette tartışma yarattı.   

Instagram hesabında paylaştığı fotoğrafların birinde Voloçkova, topuklu ayakkabılarını eline alarak sel sularının içinde poz veriyor. Diğer bir fotoğafta ise ünlü balerin, iş makinesinin kepçesinde gülümserken görülüyor. 

Sosyal medyada yer alan çok sayıda tepki mesjında Voloçkova, “Felaketin boyutlarına dikkat çekmek adı altında kendi reklamını  yapmakla” eleştirildi.