Moskova

Moskova

5 Haziran 2013 Çarşamba

Nazım, hep bizimle…


M. Hakkı Yazıcı
Kaynak: turkrus.com


Nazım Hikmet, ölümünün 50. Yılında,  Moskova’da RTİB ile Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği çeşitli etkinliklerle anıldı.

02 Haziran Pazar günü akşamı Zülfü Livaneli, Zuhal Olcay, Edip Akbayram, Güvenç Üstündağ, Orçun Orçunsel, Çelli İstanbul Grubu’nun katıldığı bir konser vardı. Pazartesi sabahı da mezarı başında bir anma töreni…

Sabah anma törenine giderken zaman zaman yaptığım gibi yaşama veda ettiği evinin önünden geçtim; “Bakıyorum Moskova’nın pencerelerinden birinden/ Seni düşünüyorum memleketim/ Memleketim, Türkiye’m seni düşünüyorum,/ Zaten bir dakka çıktığın yok aklımdan,/ Hasretin dayanılır gibi değil,” dediği evinin pencerelerinde kimseler yoktu.

Novodeviçi Mezarlığı anmaya gelen çok sayıda insanla doluydu. Nazım, burada yatıyordu.

Nazım, Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmeyi çok istemişti. Uyarına gelirse, tepesinde bir çınar da olursa taş maş da istemiyordu hani…
Ama olmamıştı.

Ona Anadolu’da bir mezarı bile çok görmüşlerdi, ancak o arkasında şiirlerini bırakmıştı. Bir mezar taşından daha kalıcı olan şiirlerini...

Nazım, 50 yıl önce yaşama veda etmişti, ancak ”elveda” dememişti. –Ki şiirleri ve düşünceleriyle aramızdaydı.

Güneşli bir Moskova sabahında Nazım’ın sevgili İstanbul’una selamı vardı.

Kuşkusuz bu selamı, mezarı başında onu anan çok sayıda insanın arasında olan, İstanbul’dan ziyaretine gelen Zülfü Livaneli, Zuhal Olcay, Tarık Akan, Edip Akbayram, Nebil Özgentürk, Hakan Aksay, Vecdi Sayar, Rutkay Aziz, Zeynep Oral, Coşkun Aral, Taner Barlas, Moris Gabbay, Arif Keskiner, Nedim Saban, Hıfzı Topuz, Ayşe Yaltırım, Selçuk Yöntem, Güvenç Üstündağ, Orçun Orçunsel,Çelli İstanbul Grubu üyeleri gibi pek çok sanatçı ve kültür adamı iletecektir.

Nazım’ın en güzel memleket ve İstanbul şiirleri gurbetteyken, memleketi, yıldızlardan da, gençliğinden de daha uzaktayken yazdıkları... Gurbetlik zor zanaattır,  Prag'da ruhunu mefistoya sunup, yalvarır:

“Hasretlik cana yetti/ pes!/ Beni istanbuluma götürsün bir saatlik...”

***
Aslında anma törenine üst kat komşumuz Vladimir  İvanoviç’le birlikte gidecektik, ancak ah onun romatizma ağrıları…

Nazım’ın ölmeden önce yaşadığı ev, bizim mahallede, oturduğumuz eve onbeş dakikalık yürüme mesafesinde, 2. Pesçanaya Sokak’ta, , Sık sık Vladimir İvanoviç ve karısı Olga teyzeyi de alıp oraya gidip, Nazım’ın apartmanının avlusunda oturup, onu tanıyan bir babuşka ya da deduşkayı yakalayıp anılarını anlattırmayı hayal ediyorum.
  
Mahallede bir de Nazım Hikmet Çocuk Kütüphanesi var. Bazen bu kütüphaneye gidip, RTİB’in derleyip, Rusça’ya çevirtip bastırdığı kitaptan Rus çocuklarıyla birlikte Nazım’ın şiirlerini okuyoruz.

Haliyle Nazım’ın şiirleri burada da çok okunuyor. Ve de dokunuyor. Hele hele memleket hasretimin içime iyice çöktüğü günlerde onun gurbet ve vatan hasretiyle ilgili şiirleri beni fena halde etkiliyor.

“Memleketim, memleketim, memleketim,
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanım da sırtımda paralandı çoktan,
şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktinda yüreğimin,
alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
memleketim…”

“Nazım gibi memleketini bu kadar çok seven birisinin vatan hasreti içinde ölmesi ne hazin,” diyor Olga teyze.

Vladimir İvanoviç, bana “Seni niye çok seviyorum biliyor musun?” diyor.

Merak eder gözlerle bakıyorum. O, devam ediyor:

“Biliyorum ki sen de vatanını Nazım gibi çok seviyorsun. Ben de kendi vatanımı çok seviyorum. Bu çelişki gibi görülebilir.  Fakat kendi vatanlarını seven farklı ülkelerin insanları aynı duygulara sahiptir, birbirlerini anlarlar ve çok severler. Vatanını sevmeyen adamdan hayır gelmez,” diyor.

Başımı sallayarak hak veriyorum.

Vladimir İvanoviç, şiirleri Nazım gibi vurgulayarak okumaya çalışıyor:

“Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
                       bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
                                    insanlar için ölebileceksin,
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
                        hem de en güzel en gerçek şeyin
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                      yaşamak yanı ağır bastığından.”

Şiirin bu noktasında duruyor Vladimir İvanoviç, “Bak,” diyor,” Bu şiiri çok seviyorum. Bu yaşımda bile yaşama sevinciyle doluyor içim. Ben de zeytin ağacı dikebilirim, ama Moskova’da yetişmez. Onun yerine sedir ağacı dikeyim, mesela…”

Ona Türkiye’de  Akdeniz kıyılarındaki sedir ağaçlarını anlatıyorum. Lübnan’da olduğundan daha çok ve güzel sedir ağaçlarının var olduğundan söz ediyorum.

Etrafımızı çocuklar sarmış, şiirlere devam ediyoruz:

“Yaşamak bir ağaç gibi, tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine…”