Moskova

Moskova

24 Nisan 2012 Salı

İvan Ayvazovsky’nin ‘İstanbul ve Boğaz’ adlı yağlı boya tablosu rekor fiyata satıldı

İngiltere’nin başkenti Londra’da düzenlenen bir açık artırmada, İvan Ayvazovsky’nin ‘İstanbul ve Boğaz’ adlı yağlı boya tablosu 3 milyon 233 bin 250 Sterlin’e (yaklaşık 9 milyon TL) satıldı. 1 milyon Sterlin’den açık artırmaya sunulan tablo,müzayedenin Orientalist resimler içinde bugüne kadar en yüksek fiyata satılan eser olarak rekor kırdı. Rus ressam Ayvazovsky’nin 19. Yüzyıla ait İstanbul Boğazı manzaralı tablosu ressamın İstanbul’u ziyaret ettiği 1845-1890 yılları arasında tamamlanmıştı.

22 Nisan 2012 Pazar

Müjde!.. Bahar Moskova’ya da geliyor…


M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru
Kaynak: http://www.turkrus.com/


“Havalar düzeldi, bahar geliyor!”
“Bahar rötar yaptı; yine kar ve soğuk var.”
“Bahar geldi”, “geliyor…”, “Gelecek.”
“...Ve nihayet kışa veda!”
“Biraz çekinerek de olsa herhalde bu haftayı “kışa veda haftası” ilan edebiliriz!”

***
Son bir aydır Rusya’da bu haberler, gündemin önemli bir parçası ve bu başlıklarla yayınlanıyor. Herkes umutla artık güneşin yüzünü göstermesini bekliyor.
Rusların baharın gelmesi ve güneşin doğması, hayatın yeniden başlaması olarak yorumladıkları; kışın neşeli bir şekilde uğurlanması ve baharın sevinçle karşılanması anlamına gelen Maslenitsa (Масленица) Bayramı kutlanalı çok oldu, ancak güneşli havalar hala ortada yok.
Çok çetin bir kış geçirdik. Hatırlamak bile sinirlerimizi bozmaya yetiyor. Kışın başında Rus uzmanların bin yılın en soğuk kışı yaşanacak tahminleri belki de tuttu.
Neyse gelmiş geçmiş olsun; güzel, güneşli günlerin başlamasına az kaldı.

Her ne kadar takvimlere göre bahar, Mart ayının başında başlamış olsa da Moskova’ya gerçek baharın gelmesi bence fıskiyelerin resmi açılış tarihi… Yine aynı şekilde, Moskova, fıskiyelerin resmi kapanış tarihinde de güneşli günlere veda edecek.
Rusya’da hava koşulları da sanki ülkenin ağır bürokrasisine ve katı kurallara ayak uydurmuş durumda.
Güneşli günler, “Fıskiyeler açıl!” komutuyla başlıyor, “Kapan!” komutuyla da bitiyor.
Geçen sene, Moskova Belediyesi, şehirdeki 560 fıskiyenin 9 Ekim 2010 günü itibariyle kapatıldığını ve fıskiye sezonunun açılacağı gelecek yılın, yani bu yılın 30 Nisan 2011 tarihine kadar da bu fıskiyelerin çalışmayacağını bildirmişti.
Moskova’da normal koşullarda fıskiyeler, 30 Nisan -1 Ekim tarihleri arasında çalışıyor.
Bu, sıcak ve güneşli havalara kavuşma ve veda anlamında bir hafta önce ya da sonra da olsa pek şaşmayan bir durum.

***
Yaşasın, fıskiyelerin açılmasına az kaldı!.. Moskova’nın süsü fıskiyeler açılacak, parklardaki havuzlar suyla dolacak, havuzların çevresi bayram yerine dönecek.
Muhtemelen Moskova’daki ilk fıskiye, her zaman olduğu gibi Sovyet devrinin yadigarı, VDNH’daki sergi merkezinin bahçesindeki altın sarısı “Halkların Dostluğu” havuzunda açılacak.
Moskova, baharı başka bir coşkuyla karşılar. Son kar tepecikleri taşınır, sokaklar, caddeler, parklar temizlenir. Her yer boyanır. Fundalık topraklar getirilir, çiçekler ekilir. Tomurcuklar patlar, güzellikler arz-ı endam etmeye, Nehir gemileri (reçniye tramvayçiki) Moskova Nehri’nde salınmaya başlar. Moskova'nın parkları, meydanları el ele gezen aşıklarla dolar.
Bahar, güzeldir; ancak yüreğinizde de bahar varsa daha da güzeldir.

Güneş, parkları, meydanları dolduran, açılıp saçılan genç, güzel kızların üzerine ışıklarını keyifle salar. Güzel kızlar mı güneşi görünce açılıp saçılırlar, yoksa güneş mi onların güzelliklerini görünce coşup ışıklarını gönderir bilinmez…Belki de ikisi birden…Ama kesin olan şu ki, aralarında büyük bir aşk var.

***
Moskova’da şu sıralar bir faaliyet, bir faaliyet var ki hiç sormayın.
Bu tatlı telaşın bir başka sebebi de yaklaşan 1 Mayıs ve Sovyetlerin Nazileri tuşa getirdiği tarihin anısına kutlanan 9 Mayıs Pabeda (Zafer) Bayramı…
Bu iki bayram da Rusya’da her zaman coşkuyla kutlanıyor. Moskova, her sene bu bayramlara gelinlik bir kız gibi hazırlanır.
Ve tabii ki daça mevsimi başlayacak. Hafta sonları Moskovalıların büyük bir çoğunluğu, kahredici araç trafiğine rağmen, iş ve yaşam yorgunluğundan kaçıp, çevre bölgelerdeki daçalarına sığınacaklar. Korumalı mekanlarda, garajlarda bütün bir kışı saklanarak geçiren çiçekler, daçaların bahçelerindeki eski yerlerine yeniden kavuşacaklar.

***
Ancak dikkat, önümüzde uzun güneşli günler var diye sakın rehavete kapılmayın! Moskova’da yaşayanlara tavsiyemiz ciddi bir plan yapıp önümüzdeki birkaç ayı iyi değerlendirmeleri, güzel havalardan istifade her fırsatta kendilerini Moskova’nın güzelim parklarına atmaları… Yoksa kış kapıya dayanınca çok pişman olursunuz.
Kış aylarında karlı, bembeyaz, pamuklarla kaplanmış bir masal şehri görüntüsündeki Moskova, bahar ve yaz aylarında yemyeşil, bağı, bahçesi, parkı, suyu bol bir şehirdir. Gez gez bitmez.
Bir haftasonu Kolomenskoye Parkı’na, sonraki hafta sonu Sokolniki Parkı’na, daha sonraki hafta VDNH’ya….Ve devamla her hafta sonu sırayla Botaniçeskiy Sad’a, Neskuçnıy Sad’a, Lujniki’ye,… Gorki Park(Park Kulturi), ,Kuskova, Vorobyevi Gorı (Lenin Tepesi), Tsaritsino, Heykel Parkı ve İzmailova Parkı’na …Yoğun bir tempoyla her hafta bir yere gitmeye çalışsanız da yine de gidemediğiniz pek çok yer olacak; bir de bakacaksınız ki kış yeniden gelmiş.
Zira Moskovalıların dediği gibi, “Moskova'da. Kelebek ömürlü, kısacık bir yaz var. 'Moskova'da kış dokuz ay sürer, üç ay da yazı beklemekle geçer…Kemiksiz en fazla iki ay süren bu güzel zamanların tadını çıkarmak lazım.”

Lenin’i anmak ve anlamak


M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru


22 Nisan 1870, Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in doğum yıldönümü…
Seversiniz veya sevmezsiniz, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ancak herkesin kabul ettiği bir şey var ki, Lenin, yaptıklarıyla, yazdıklarıyla yaşadığı çağa damgasını vurmuştur. Kuşkusuz gelecekte de önemini yitirmeyecek, tartışılmaya devam edecektir.
Lenin, sadece Ruslar için değil, Sovyetler Birliği coğrafyasındaki bütün halklar ve başka coğrafyalarda yaşayan halklar için de önemlidir. Zira o, takipçisi olduğu Marksizme katkısı olduğu bilinen emperyalizm teorisinin kuramcısıdır. Düşünceleri ve eylemleriyle bağımsızlık mücadelesi veren bütün uluslara, kurtuluş mücadelesi veren bütün halklara ilham vermiştir.
Lenin’nin Türkler için de önemi büyüktür. Kurtuluş savaşı veren Anadolu halklarına, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne destek elini vermiş, onların mücadelelerine katkıda bulunmuştur.

***
Geçen yüzyılın 20'-30'lu yılları Rus-Türk ilişkileri açısından benzersiz bir dönemi oluşturur.
1920 tarihli mutabakatlar uyarınca ve 16 mart 1921 tarihli Antlaşma'nın gereği olarak 1920-1922 yıllarında Anadolu Hükümeti’ne önemli miktarda askeri malzeme, diğer malzeme-teçhizat ve para yardımı yapıldı.
Bu dostluk ilişkisi kesinlikle karşılıklıydı.
Anadolu'daki hükümet de aynı duyarlılık içindeydi. Mustafa Kemal, o dönem kıtlık içinde bulunan Rusya'ya yardım yapılmasıyla bizzat ilgilenir; zahire depolarındaki hububatın yüzde 40'ına el konularak Karadeniz kıyılarında bulunanların açlığını hafifletmek üzere Rus halkına armağan edilmesini emreder ve V.İ.Lenin'i bu konuda bilgilendirir. Yardımlar sadece erzak olarak yapılmaz, Anadolu halkı bütün fakirliğine rağmen, Rusya için para da toplar. Böylece iki ülkenin yönetimleri ve halkları, açlığın ve yokluğun yüklerini birlikte paylaşır ve o zor yıllarda birbirinin yardımına koşarlar.

***
Bugün Türkiye’nin en ünlü meydanı olan İstanbul Taksim Meydanı’nın ortasında Kurtuluş Savaşı’nı simgeleyen eski ve herkes tarafından bilinen bir anıt vardır. Önünden her gün binlerce insan geçer. Kimisi dikkatle bakar, kimisi de aceleyle geçer gider. Önünden geçenlerin, bu anıtı bilenlerin pek çoğu onun hikayesindeki sırları bilmez.
Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'nın açılışı 1928 yılında gerçekleştirildi.
Taksim Anıtı’nın herkes tarafından bilinmeyen ilginç bir hikayesi ve sırrı var.
Anıtta Mustafa Kemal Atatürk’le beraber yer alan grubun içindeki iki Rus generali 83 yıldır Taksim'e bakmaktadır.
Taksim Anıtı'nda, Atatürk'ün arkasında duran iki Sovyet generalinden biri General Mihail Vasilyeviç Frunze diğeriyse Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov’dur. Atatürk için "özel" adamlardı; çünkü, Kurtuluş Savaşı'nda dünya bize silah doğrultmuşken, Anadolu halkına destek veren Sovyetler'in "apoletli elçileri"ydi onlar...
Atatürk, onları hiç unutmadı. Bizzat, Atatürk'ün emriyle dahil edildiler, Anıt'taki figürler arasına... 1928'den beri orada, Taksim'in göbeğinde, Atatürk'ün hemen yanıbaşında duruyorlar.
Gerek Kurtuluş Savaşı, gerekse Cumhuriyet'in kuruluşunda "Bolşevikler"in maddi ve manevi desteğine bir nebze teşekkür etmek için o iki generalin heykeli oraya konmuştu.
Rusya ve Türkiye arasında yeni tip ilişkilerin oluşturulması ve geliştirilmesine yönelik ilk adımların anısı, 1928'de İstanbul Taksim Meydanı'nda dikilmiş olan heykel kompozisyonu ile ebedileştirildi.

***
Atatürk, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine batılı emperyalist ülkelerin Anadolu halklarına Sevr Anlaşması’yla münasip gördükleri coğrafyayla yetinmeyip, işgalcileri kovarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Lenin, yıkılan Rus Çarlığı İmparatorluğu’nun yerine toprak kaybına uğramadan, daha ileriki yıllarda İmparatorluğun sahip olduğundan çok daha geniş coğrafyada egemen olan Sovyetler Birliği’ni kurdu.

***
Atatürk ve Lenin, her ikisi de, hemen hemen aynı yıllarda, yıkılan büyük imparatorlukların arkasından halkları için yeni bir hayat bulacakları yeni devletler kurdular. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ayrı mevzu, ancak önemli sosyal, siyasi, ekonomik atılımlar, projeler gerçekleştirdiler.
Birbirlerinin çağdaşı olan bu iki liderin benzerliklerinin ve benzemezliklerinin yanında ilginç başka bir benzerlikleri var: Her ikisinin de miraslarını bırakacağı çocukları olmamış. Zaten tarihteki diğer devlet gücüne hakim olan pek çok yöneticinin “bal tutan parmağını yalar” misali edindiği gibi haksız servetleri de olmamış.
Her ikisi de belki de daha verimli olacakları zamanları yakalayamadan, düşüncelerini tam olarak hayata geçiremeden, genç denilecek yaşlarda; Lenin 1924’de 53, Atatürk 1938’de 56 yaşındayken erkenden yaşama veda etti.

***
Lenin, arkasında üzerinde tartışılacak 44 ciltlik yazılı eser bıraktı. Bu, bir devlet adamı için rekordur. Kolay kolay da kırılamayacak bir rekor. ..Bugün devlet adamı olarak sahneye çıkan, ülkeleri yönetmeye talip olan insanları gözden geçirdiğimizde onların belki de tamamının Lenin’in entelektüel birikiminin yanına bile yaklaşamadığını görürüz. Pek çoğunun arkalarında değil yazılı eser bırakmak, yaşamları boyunca iki üç kitabı bile okumadıkları bilinen acı bir gerçek.

***
Lenin, belki de bugün Moskova’da, Kremlin’de yattığı mozolesinden kafasını kaldırıp kendisini eleştirenlere şöyle sesleniyor; “bütün yazdıklarım, düşüncelerim ve eylemlerim ortada; yanlış ya da doğru ben bunları yaptım, hodri meydan siz daha iyisini yapın,” diyor.
Evet, hodri meydan! Barış, huzur ve refah içinde yaşayacağımız daha adil bir dünya için el ele…

20 Nisan 2012 Cuma

ANDREY TARKOVSKİ'ye sevgi, saygı, aşkla...


Filiz Eyüboğlu
http://filizeyuboglu.blogspot.com/


Elli dört. Ölmek için genç bir yaş. Hele de bir dahi için. Yaşasa, kim bilir daha ne filmler yapacaktı!

Dünyanın önde gelen yönetmenleri ve sinema meraklılarına göre Dünyanın En Büyük Yönetmeni.

Son haftalarda adeta tez yapar gibi kitaplarını okudum, filmlerini izledim, bazılarını ikişer kere izledim. Şimdi hepsini birer kere daha izleyeceğim. Hele Stalker… Stalker… Dünyanın en iyi filmi. Benim için öyle. Dönüp dönüp bir daha izleyeceğim. Hani insan sevdiği şiirleri ya da romanı bir daha, bir daha okur (bazıları bunu anlamaz, ben de şu örneği veririm: sevdiğiniz şarkıyı defalarca dinlemiyor musunuz?)

Güncesinin son kısmını dün okurken bir de Tarkovski belgeseli izledim; 1987’de Aleksandr Sokurov çekmiş. Güncesinde anlattıklarını – örneğin şair ve senarist Tonino Guerra’nın yaptığı makarna ve istakozu – belgeselde görmek ilginçti. Resimlerine bakıp durduğum Tarkovski’yi az da olsa hareketli görmek doyumsuzdu. Belgeselde de dendiği gibi, onu konuşurken, film yönetirken ya da sadece öylesine dururken izlemek bir zevk…

Son senelerini Sovyetler Birliği’nden uzaktan yaşamak zorunda kalıyor (O zaman Rusya değil, SSCB.) 1986’da kanserden ölüyor, mezarı Paris’te. "Ne acı” dedim, “insanlık ne acımasız!” Rus yönetmenin mezarı Paris’te. Nazım Hikmet’in mezarı Moskova’da… Bu dünya çapındaki iki sanatçının, gerçek iki yeteneğin, ülkelerinden uzakta ölüp oralara gömülmelerinin nedeni, yani “suçları”, vatanlarını çok seviyor olmaları. Olacak iş mi bu? Tarkovski ülkesini, ülkesinin toprağını, doğayı, tarihini her şeyini her şeyini çok seviyor… Kitaplarında hep bunlar var. Nazım Hikmet’in de Türkiye’yi ne kadar çok sevdiğini şiirlerinden biliyoruz, “vatan haini” olarak damgalanması nasıl da kahretmiştir!
Tarkovski'ye döneyim. İçim çok acıdı, çok yaralandı. Tarkovski SSCB’yi filmlerinde yermiş değil; muhalif değil. Ancak devlet ilgililerine yaranamıyor, işleri hep ağırdan alınıyor, zar zor yurt dışına götürülen filmleri Cannes’da, Venedik’te, Paris’te, daha pek çok yerde ödüller alıyor ama SSCB’nin ona hiç ödül vermişliği yok. Filmlerin dışarı gitmesine izin veren ya da vermeyen de yine devlet elbet. Andrey Rublov isimli muazzam film Cannes’a gitmesi için uçağa yüklenip son anda indiriliyor, beş sene rafta bekletiliyor hiçbir açıklama yapılmadan; beş sonra birkaç sinemada ortaya çıkıyor... Neden?... Belli değil...

SSCB’de film yapacak bir şahıs zaten devletin memuru, senaryo yazıyorsa ilgili kurum onaylamak zorunda. Film için bütçe veriliyor. Stüdyolar, laboratuarlar mevcut. Bunlar iyi. Ama işler tıkır tıkır yürümüyor, aylar, yıllar sürüyor. Film bitti diyelim, yine kurul seyrediyor, şurayı kısalt, burayı kes diyor (Tarkovski bunları hiç yapmıyor) ve nasıl oluyorsa beş film yapabiliyor, yirmi senede. Sürekli izinleri, onayları beklemek… Film bitse, ve onaylansa bile dağıtıma çıkması da devlete bağlı. Yıllarca rafta durduğu oluyor açıklamasız. Birkaç sinemada gösterime çıktığındaysa da bu sessiz sedasız, duyurusuz, reklamsız oluyor. Ancak ilginçtir ki Tarkovski’nin filmlerinde salonlardan dolup taşıyor, biletler tükeniyor. Hayranları oluşuyor hemen bir-iki filmle. Yurt dışında da. Herkes ondan film bekliyor merakla, istekle, sabırsızlıkla, ama SSCB’nin ağır bürokratik çarkları, kimilerinin Tarkovski’yi çekememesi, ilişkiler, böyle bir yeteneğe ülkesinde ancak beş sinema filmi yapma imkanı tanımış oluyor. Son iki filminden Nostalji’yi İtalya’da, Kurban’ı İsveç’te çekiyor.
Kurban’ı çekerken Tarkovski çok hasta, ama henüz bunu bilmiyor…

İçimin çok acımasına, sanki bir arkadaşım ya da akrabammış gibi sürekli düşünmeme neden olan şu:
Mühürlenmiş Zaman adlı kendi yazdığı kitabını biraz sinemaya meraklı iseniz okumanızı şiddetle önererek sizin de o zaman hemen fark edeceğiniz gibi, yer yüzünde böyle bir sinema yönetmeni olmadığını düşündüm. Tarkovski’nin en beğendiği yönetmenler olan Akira Kurosawa, Ingmar Bergman, Louis Bunuel, Federico Fellini’nin kendi ağızlarından yazdıkları kitapları varsa bulup okuyacağım, ama şu andaki bilgimle; sinema hakkında, görsellik, görüntü, sanat, sanatçı, sanatın amacı, şiirsellik hakkında bu kadar görüşler oluşturmuş, tamamen neye inandığının, ne hissettiğinin, ne düşündüğünün, ne dediğinin farkında, kişisel bütünlüğü tam, görüşleri tamamen berrak, ve bu görüşler doğrultusunda ve uğruna, sinema yapan bir yönetmen bilmiyorum ben. Kendisini felsefeci kabul etmese de adeta bir filozof. Okudukça hayran kaldım kitapta yazanlara ve tabii aslında Tarkovski’ye ki iki çok önemli konuda bana çok ters görüşü var, ama ona hayranlığım, sevgimi, saygımı aşkımı yok etmedi bunlar. Okurken sürekli “bu nasıl bir insan” dedim. “Muazzam dolu bir insan. Ne çok şey sentezlemiş, fikirler oluşturmuş, neler düşünmüş!”… Değişik şeyler söylüyor ve o zaman dek olmayan bir sinema yapıyor.
Başka bir yazıda sinema, kurgu, kurgu sinemasına neden karşı olduğu, sanat, sanat amacı, hayatın anlamı, vb... görüşlerinden derleme yapacağım.

Mühürlenmiş Zaman kavramını anlattığı aynı adı taşıyan bu muazzam kitapla birlikte kendisiyle yapılan belli başlı röportajların derlendiği Şiirsel Sinema’yı okumak gerek, fikirlerini daha bir anlayabilmek için. Uzun süre ne demek “şiirsel sinema” dedim… Bir tanım verilmiyor… Şiire benzetiliyor diyebiliriz. Maalesef şiirden anlamadığım ve her seferinde gözlerimi dolduran Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları ve Kuvayı Milliye’si ve Edip Cansever dışında şiir okumadığım için bu şiirsel sinema kavramını da anlatımlardan pek anlayamadığımı itiraf ediyorum. Ama okudukça, bazı yerleri birkaç kere okudukça, eş zamanlı olarak filmlerini de izledikçe, anladım. Hissettim. Duyumsadım. Artık, konu bazlı (bu tabir bana ait), yani bir hikayenin anlatıldığı, çok hızlı kurguyla oluşturulmuş filmleri izleyemiyorum ki bunlar geleneksel Hollywood filmleri. Bunlardan bana artık gına gelmişti, şimdi tamamen bıraktım. Dayanılır gibi değil. Bunlarda bir şiirsellik yok. Konular da abuk. Giderek konu kıtlığı çekmeye başladılar. Uçakta Dehşet 8, 10, 15’e gelen filmler dışında, zombi gibi enteresan bir icatla meşgul etmişti Hollywood dünyayı. Şimdilerde vampir… Zaman zaman Kasırga, Hortum…. Bir de tabii uzaylılar gelir ve hep Amerikalılar dünyayı kurtarır. Hep aynı konulara neden para ve emek harcarlar bilemiyorum.

Herkes şiirsel sinemayı sevmek, izlemek zorunda değil elbette. Tarkovski’nin de dediği gibi, -- o tarihlerde Moskova’da yanlış anımsamıyorsam üç tane konser salonu var, klasik konserler ve opera için, ve yetiyor o kalabalık kente, çünkü bu tür sanatlar herkese göre değil, herkes izlemiyor.

Konuyu toparlamakta güçlük çekiyorum. Bu çok farklı yönetmen (betimleyecek sözcük bulamıyorum) SSCB’nin o zorlu koşullarında, film çekebilmek, çalışabilmek için yanıp tutuşurken, “böyle boş boş mu yaşayacağım?” diye sızlanarak bu atalete, iş yapamamaya, devletten yanıt, onay, izin, para bekleme durumunda olmaya kahroluyor. Olacak deniyor bir konuya, olmuyor, sonra yine olmuyor… Duyarlı bir insanın dayanabileceği koşullar değil. Çok yaşamsal ayrı bir sorun da, geçim…Devlet verirse parası oluyor. Sürekli borç içinde… Borç yüzünden elektriği kesiliyor. Çocuğu okula gidecek… Bunlar para gerektiriyor. İtalya’dan iki pabuç alıyor “büyük bir günah işledim, ne gerek vardı diyor” güncesinde. Oysa o sırada sürekli görüştüğü İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni ise kayalar üzerinde, nefis bir deniz manzarasına sahip süper lüks bir villada yaşamakta… Fotoğraflar ve belgesel fiilmden görüyorum, her ne kadar çok çekici, etkileyici, karizmatikse de Tarkovski’nin üzerinde eski bir kot ve mont….

İtalya’ya ilk gidişi esasen RAI (İtalyan Devlet Televizyonu) ile yapılan iş birliği dolayısıyla yapılacak Nostalji filmi için. 1979-80. Tabii iş birliği şahsen kendisi ile değil SSCB’nin ilgili kuruluşu ile yapılıyor. İtalya’da aylarca bu anlaşmaları da bekliyor… Sonra Moskova’ya geri geliş, yine aylar geçiyor, tekrar İtalya… İtalya’da acı dolu aylar, yıllar..

Nostalji’nin başrolünü onun için yazdığı en sevdiği oyuncusu Anatoli Solonitsin’in son aşamada kanser teşhisi konup yürüyemeyecek hale gelerek ölmesi (buna da çok üzüldüm, Anatoli Solonitsin, Andrey Rublov’da baş rolü oynamış olan bence çok yakışıklı oyuncu, sonra Solaris, Ayna, Stalker’da rolleri var, 48 yaşında, 1982’de ölüyor).

Yine beklemeler, para konusunda RAI ve SSCB arasında sorunlar, o sırada Rusya’da kalmış ve bir türlü yanına getirtemediği karısı ve küçük oğlunun hem dayanılmaz hasreti içinde, hem onların beş parasızlığına kahrolarak, sürekli yorgun… sürekli grip, öksürük… yorgunluk… Gerçi SSCB’de de sık sık hasta oluyordu güncesinden anladığım. O sinir bozucu, stresli ortamın duyarlı bir insanın bağışıklık sistemini düşüreceğini, sürekli ağrılar çekeceğini tahmin edebiliyorum. Ortam sinir bozucu. Haksızlıklar. Parasızlık. Borçlar.
SSCB’ye İtalya’da daha uzun süre kalmasına izin verilmesi için birkaç kere mektup yazması, ama devletinin ona hiç cevap vermemesi… Neyseki o arada nihayet karısı yanına gelebiliyor ama 14 yaşındaki oğluna yurt dışına çıkış iznini bir türlü vermiyor SSCB! :(

Şiirsel Sinema adlı kitapta Tarkovski şöyle diyor:


“Dağıldım” . Ben Rus bir sanatçının Rusya dışında çok yoğun biçimde duyumsadığı Rusya özlemi, Rusya nostaljisini anlatan bir film yaparken devletimin bana cevap bile vermemesi.. . Bunu beklemiyorum. Dağıldım”. Basın toplantısı ile duyuruyor: “Çok düşündüm ve anladım ki ülkeme dönsem bile artık bana film yapma işi, izni verilmeyecek, kariyerim bitecek, bu sebeple dönmemeye, kariyerime Batı’da devam etmeye karar verdim”. Sene 1984. Kariyer için maalesef çok az zamanı kalmış olduğunu nereden bilebilir.. Zorunlu sürgün başlıyor. Oğluna dayanılmaz özlemle...

Nostalji filmi dört ödül alıyor, Avrupa gazetelerinde inanılmaz övgüler.. Ama tabii Internet yok o zamanlar, SSCB’de de haberlere inanılmaz sansür var. Dünyadan kopuklar büyük ölçüde. Moskova’da “Tarkovski’nin filmi hiç beğenilmedi, rezaletmiş” şeklinde dedikodular…

Son olarak İsveç’te Kurban’ı yapması… Çok hasta… ağrılar… 1985 Aralık teşhis… bir sene sonra Aralık 1986’da ölüyor… SSCB’nin parçalanmasını, duvarın yıkılmasını, değişimi, filmlerinin etkilediği yönetmenleri... yandaki pulu ve hakkındaki milyonlarca Web sitesini göremiyor...

Dönüp dönüp seyredilesi sadece yedi film bırakabildi sinemayı şiir tadında sevenlere…

16 Nisan 2012 Pazartesi

Paskalya'dan İnsan Manzaraları
























M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru

Kaynak:http://www.turkrus.com/

Pazar günü İgor’u arayıp Paskalya Bayramını kutladım.

Sağolsun İgor, her Şeker Bayramında, Kurban Bayramında beni arayıp bayramımı kutlamayı hiç ihmal etmez. Benim onu arayıp Paskalya bayramını kutlamamam doğru olmazdı.

İgor, çoluk çocuğu toplayıp erkenden kiliseye gitmişti.

Rusya’da yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar, İsa’nın çarmıha gerildikten sonra yeniden dirildiğine inanılan bu günü her sene olduğu gibi kutlamıştı. Sadece Moskova’da 269 kilisede, 200 bine yakın kişinin bu kutlamalara katıldığı tahmin ediliyordu.

En kalabalık ve görkemli ayinse Moskova’nın Kurtarıcı İsa Katedrali’nde Rus patriği Kirill tarafından gerçekleştirilmişti. Ayine Medvedev ve eşi, Putin ve Moskova Belediye Başkanı Sergey Sobyanin de katılmıştı.

Geçen iki seneyi hatırlayıp “Allahtan bu sene Paskalya havanın nispeten daha iyi olduğu bir güne denk geldi,” dedim.

“Hakikaten öyle,” dedi.

Muhabbet Paskalya kutlamasından kışın uzun sürmesine, güneşli günlerin gecikmesine kaydı.

“Biliyor musun, neredeyse tamamen ümidimi kesmiştim; bahar hiç gelmeyecek duygusuna kapılmıştım,” dedim.

“Amma yaptın,” dedi. “Hiç öyle şey olur mu?”

Sonra Paskalya ile bağlantı kurarak bir Rus deyiminden söz açtı:

“Bak, biz de olmayanı, imkansız olanı, hiç gerçekleşmeyecek olanı anlatan bir özdeyiş vardır; ‘ждат до Турецкой пасхи ( jdat do Turetskoy pashi) ’ yani ‘Türk paskalyasının gelmesine kadar beklemek’.”

Bir Rus özdeyişinde Türklerle ilişki kurulmuş olmasına keyiflendim; güldüm:

“Bizdeki ‘Çıkmaz ayın çarşambası’ ya da ‘Balık kavağa çıkınca’ deyişlerinin karşılığı gibi,” dedim.

“Anladın değil mi? Biraz gecikse de güneş yüzünü gösterecek, çiçekler açacak,” dedi.

“İnşallah,” dedim.

Çıkıştı:

“Ne inşallahı be yahu, doğanın kanunu bu.”

***

Paskalya, Hıristiyanların Hz. İsa'nın dirilişini anmak için kutladıkları en büyük Hıristiyan bayramları arasında yer alan bir bayram.

Paskalya Günü, ilkbahar gün dönümünün yaşandığı 21 Mart'ta dolunayın görülmesinden sonraki ilk pazar günü. Bu nedenle Paskalya Günü'nün tarihi değişebilmekle birlikte genellikle, 

Paskalya tarihi için nisan ayının ikinci pazarı önerilmekte.

Bir hafta boyunca kutlanıyor. Yunanca kaynaklı paskalya kelimesi “kurtuluş” anlamına geliyor. Ruslar bu bayram süresince “Hristos Voskres!” ( İsa dirildi! ) diye hitap ediyorlar.

Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (büyük perhiz) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (kutsal hafta) kapsıyor. Paskalya Günü'nde (paskalya pazarı) sona eriyor. Pentekostes (hamsın) yortusuna kadar süren 50 günlük döneme, Paskalya dönemi (hamsin dönemi) adı veriliyor.
Paskalya Günü için evlerde özel çörekler hazırlanır; boyalı paskalya yumurtası haşlanır. Mumlar yakılır. Yumurtanın kırmızıya boyanmasıysa İsa’nın kanı anlamına gelmektedir.

Aslında bu bayramın kökü Yahudilikte bulunuyor. Yahudilerin inançlarına göre Musevilerin Mısır Köleliğinden kurtuluşu simgeleniyor.

***

Paskalya Bayramına ait ilk duyumum çocukluğumda Selanik göçmeni Babaannemin anılarını anlattığında olmuştu. Komşularıyla olan ilişkilerini, Hıristiyanlarla Müslümanların nasıl karşılıklı saygı ve sevgiyle bayramlaştıklarını anlatırdı.

Farklı dinlerden insanların birbirlerinin inanışlarına, gelenek ve göreneklerine saygı duyması gerektiğini ilk ondan öğrenmiştim.

“İgor, seni fazla meşgul etmeyeyim. Yeniden Paskalya Bayramını kutlarım,” diyorum.”

“Sağol, eksik olma. Bak havalar düzeliyor; yakında daça sezonunu açacağız, bir hafta sonu sizi davet edeyim de muhabbeti koyulaştıralım.”

“Söz mü?”

“Söz!”

“Bak,” diyor, “Bu defa itiraz etmeyeceksin, gönlümüzce şaşlık yapıp, votka içeceğiz, muhabbet edeceğiz”

“Evet” demiyorum, keyfi kaçmasın diye “hayır” da demiyorum; ancak benim suskunluğumdan bir şeyler anlayıp havayı değiştirmek için araya yine bir fıkra sokuşturuyor:

“Moskovalı bir Rus sürekli aynı bara gider ve her defasında üç şişe votka ve üç votka kadehi ister, üç farklı votka kadehini doldurup peş peşe içermiş. Ve üç kadehi birden içmeden önce de kendi kendine Тост ( tost ) yapar, konuşurmuş. Devamlı tekrarlanan bu durumu fark eden barmen olayı pek anlamaz, ama parasını aldığı için üstüme vazife değil diye sormazmış da. Fakat durumu gören barın başka müdavimlerinden biri günün birinde dayanamamış sormuş.
Bizim Moskova’lı Rus iki kardeşi daha olduğunu ve şu anda birinin Rusya’nın bir ucundaki Kaliningrad’da, diğerininse Rusya’nın diğer ucundaki Vladivostok'da çalıştığını söyleyerek, çok sık görüşemediklerini, eski zamanların anısına onlar için de içtiğini söyler.

Koskoca Rusya coğrafyasının üç farklı, birbirinden uzak köşesinde yaşayan kardeşlerin durumunu hepsi anlamış ve adama hak vermiş.

Bizimki barda iyice tanınmaya başlar ve her seferinde her kardeşi için de birer şişe votka söyleyerek üç şişe votka içtiği bilinir hale gelir.

Bir gün, her zamanki gibi bara gelir; ancak bu sefer sadece iki şişe votka ve iki kadeh ister. Barın müdavimleri şaşırır; herkesi bir hüzün kaplar. Kardeşlerden birinin öldüğünü düşünürler.

Barmen çok üzgün bir ifadeyle, başınız sağolsun der. Bir süre aklı karışan bizim Moskova’lı Rus, durumu anlar. ‘Hayır, hayır! Herkes iyi, ancak ben paskalya için oruçtayım, votka içmiyorum,’ der.”

Kaynak Link :http://www.turkrus.com/kose-yazilari/26711-paskalyadan-insan-manzaralari.html

14 Nisan 2012 Cumartesi

Orhan Pamuk’un Rus çevirmeni; Türkiye’ye ezan sesiyle aşık oldum











Ebubekir Şahin,Cihan

Perihan Mağden, Sabahattin Ali, Bilge Karasu ve Nobel Ödüllü Orhan Pamuk gibi bir çok ünlü yazarın kitaplarını Rusçaya çeviren Apollinaria Avrutina ile Rusya ve Türkiye’yi konuştuk. Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” (1922) romanıyla başlayan Türkiye ilgisi, günümüzde St. Petersburg Devlet Üniversitesinde Türkoloji öğretmenliğine kadar varan bir hikayenin de başlangıcı olmuş.

Türkiye’ye olan ilginiz nereden kaynaklanıyor?

Bu gerçekten ilginç bir hikaye. Çocukken yazlığımız şimdi Ukrayna’ya bağlı olan Kırım’daydı. Denizin öte yanında ise Türkiye yer alıyordu. O zamanlar Türkiye NATO ülkesi olduğu için bizim için çok farklı anlamlara gelen ülkeydi. Bir de, bazen denizin öbür yanından yani Türkiye’den ezan ve Türkçe şarkılar radyomuza karışıyordu. Çocukluk günlerimde duyduğum o sesler beni gerçekten çok etkilemişti. Sanki orada ufkun ötesinde bir masal ülkesi varmış gibi, ya da bin bir gece masallarından çıkmış bir ülke. Gerçekten o ülkeyi çok merak ediyor ve görmek istiyordum. Türkiye’ye ilgim ortaokulda Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanıyla başladı. Ardından filmini izledim. Gerçekten beni çok etkilemişti. Benim için çok önemli bir romandı. Ezan sesleri, Çalıkuşu ve İstanbul; İşte Türkiye sevdam ve Türkoloji’yi seçmemin nedenleri.

Rus ve Türk kültüründe benzerlikler var mı?

Perestroykadan önce Türkiye, Rusya için kapalı hem de hiç bilinmeyen bir ülkeydi. Sadece tarih derslerinde okuduğumuz Osmanlı-Rus savaşlarından dolayı az bilgimiz vardı. Bazen kendime soruyorum. Bu kadar kısa bir süre içinde nasıl bu kadar büyük bir dostluk oluştu? Sadece tek bir cevap geliyor aklıma. Düşünce yapımızın aynı olması. İki ülkenin doğu ile batı arasında kalmış. Ne doğu ne de batı. Biz birbirimize çok benziyoruz.

Çalıkuşu'nu tekrar çevirecek misiniz?

Çocukken öğretmenimizin “En büyük hayaliniz nedir?” sorusuna, Çalıkuşu romanını ben tekrar çevirmek istiyorum demiştim. Yıllar sonra bir gün Çalıkuşunu bana çevirmem için teklif geldi. Önce çevireceğim dedim. En büyük hayalim gerçekleşmek üzereydi. Ancak yapmadım. Çünkü Çalıkuşunun halihazırdaki çevirisi çok iyiydi ve ondan daha iyi çeviri yapmak mümkün değildi.

Türkiye denince hangi isimler aklınıza geliyor?

Dünyada Doğu kültürüne ve edebiyatına ilgi Orhan Pamuk ve Selman Ruşdi ile başladı. Ayrıca bir yönden baktığınızda Dünyada Türkiye’yi en çok tanıtan Orhan Pamuk’tur. Kim ne derse desin Türkiye ismi Orhan Pamuk’la özdeşleşmiştir. İsim olarak, çağrışım olarak Türkiye denince akla önce Orhan Pamuk, sonra Tayyip Erdoğan, ardından da Nazım Hikmet geliyor.

10 Nisan 2012 Salı

Halkın Üçte Biri, Orta Sınıf


Kaynak:http://www.gazetem.ru/

Rusya'da halkın üçte birinin orta sınıf olduğu saptandı.

Rus sigorta şirketi Rosgosstrah tarafından yapılan bir araştırma sonucuna göre, Rusya’da yaşayan halkın yaklaşık üçte birinin orta sınıfa girdiği ortaya çıktı.

Rosgossrtah uzmanlarına göre, aile başına geliri yıllık 20 bin dolar ve üzeri olanlar orta sınıfa giriyor. Bu rakam büyük şehirlerde aile başına yıllık 30 bin dolar olarak kendini gösteriyor.

2011 yılında geliri yıllık 20 bin dolar ve üzerinde olan yaklaşık 15 milyon aile yani ülkenin %29’luk bölüm bulunurken, 30 bin dolar gelire sahip aile sayısı ise 9.5 milyon, yani %18’lük bölüm olarak ortaya çıktı. Kriz zamanında orta sınıfa giren halkın sayısı ise sadece 8 milyon olmuştu.

Öte yandan, Rusya’da geçen yıl bir milyon doların üstünde geliri olan aile sayısı 29 bin oldu. Bu oran da Rusya nüfusunun yaklaşık %0.1’lik kısmına denk geliyor.

6 Nisan 2012 Cuma

Rusya, En Mutlu 76.


Kaynak:www.gazetem.ru/

Dünya Mutluluk Raporu'nda Rusya 76. sırada yer aldı.

Birleşmiş Milletler, New York merkezli Dünya Enstitüsü'nün yaptığı araştırmaya göre, ilk kez oluşturulan Dünya Mutluluk Raporu'nda Rusya'nın 76. sırada yer aldığı açıklandı. Danimarka birinci sırayı aldı.Rusya, Moldova ve Peru ile 76. sırayı paylaşırken Türkiye ise 78.sırada yer buldu.

Rapor, Birleşmiş Milletler Konferansı tarafından, dünya genelinde yaşayan insanların ülkelerindeki mutluluğu üzerine yapılan araştırmayı içeriyor. Konuyla ilgili Dünya Enstitüsü tarafından yapılan açıkmada, "Bu araştırma, dünya çapındaki ülkelerde mutluluğun ne seviyede olduğunu ve geleceğe dair oluşacak 'mutluluk biliminin' yol haritasını gözler önüne seriyor" denildi.

Ankete göre, Kuzey Avrupa ülkeleri ilk 10'da ağır bastı. Danimarka, Norveç ve Hollanda, listede zirvede yer aldı. Bu ülkelerin ortalama 'ömür değerlendirme puanları' 10 üzerinden 7.6 çevresinde seyretti.

Listenin en alt sıralarında ise, ortalama 3.4 'ömür değerlendirme puanı' ile Sahra Çölü'nün alt kısmında yer alan Togo, Benin, Orta Afrika Cumhuriyeti ile Sierra Leone yer aldı.

Toplanan 150'den fazla analiz raporu aracılığıyla ankette ülkelerin, refahı, politik yönü, mali özgürlüğü, sosyal bağları ile yolsuzluk dereceleri göz önünde bulunduruldu.

5 Nisan 2012 Perşembe

Buranovalı Nineler


Malum, bu yıl Bakü’de yapılacak Eurovision Şarkı Yarışması’nda Rusya’yı bir grup “babuşka” temsil edecek. Grubun adı “Buronavskiye Babuşki”, yani “Buranovalı Nineler...
Grubun üyeleri, Rusya'nın taşrasında yaşayan Rus halkının özelliklerini taşıyan gerçek nineler.
Muhtemelen Türkiye'nin de desteğini alacak olan Buranovalı Nineler Eurovision'da derece alacak mı bilmiyoruz, ancak büyük sempati toplayacakları kesin.

Mart gerçekten kapıdan baktırdı







Kaynak:http://www.moskovalife.com/

Bir türlü baharla tanışamayan Moskova, en karlı mart aylarından birini geride bıraktı. Fobos Meteoroloji Merkezi’nin araştırmasına göre, mart ayında Moskova’ya olağandan yüzde 82 daha fazla kar yağdı. Kente en çok kar düşen gün ise 21 Mart Çarşamba oldu.

Rusça ve Türkçe öğrenilmesi zor diller arasında


Ebubekir Şahin, Cihan






Amerikalı araştırmacılara göre Türkçe dili, Rusçayla birlikte “öğrenilmesi zor” diller grubunda yer alıyor. Araştırma sonuçlarına göre “öğrenilmesi en zor” diller ise Arapça, Çince, Japonca ve Korece.

Pravda.ru haber portalında çıkan Yana Filimanova imzalı haberde dillerin zorluk derecesi ile ilgili yapılan çalışma yayınlandı. Amerikalı araştırmacılara göre, bir dilin zorluk derecesi konuşulan ana dile göre değişiyor. Dünyada öğrenilmesi zor dillerden biri olarak gösterilen Rusça, Ukraynalı ve Çeklere göre kolay diller sıralamasının başında gelirken; bir Türk ya da Japon vatandaşı için öğrenilmesi güç dil kategorisi içinde birinci sıraya yerleşiyor. Filimanova’ya göre, Türklerin ve Japonların Rusçayı kavraması inanılmaz derecede zor.

Kızılderili dili konuşmak isteyenler için kötü haber

Guiness rekorlar kitabına göre ise; en zor konuşma dillerinin başında Amerika ve Kanadada yaşayan Kızılderili Ojibva topluluğun lehçelerinden olan Çippeva geliyor. Ayrıca Amerika’nın Kuzey Batısında yaşayan Haida kabilesi ve Dağıstan'ın resmi edebiyat dillerinden biri olarak kabul edilen Tabasaran dili de öğrenilmesi en zor dillerden biri olarak araştırmada yer alıyor.

Japonca için en az 3000 Hiyeroglif ezberlemek şart

Çin, Kore ve Japon dilleri ise, dünyanın en zor yazım dili olarak görülüyor. Örneğin Japonya’da, çocuklar öğrenime 12 yaşında başlıyor. Bu sürenin yarısı sadece iki dersle geçiyor; Japonca ve Matematik. Japon öğrenciler sınavları geçmek için hafızalarında en az 1,850 hiyeroglif olması gerekiyor. Normal bir Japon vatandaşının ise gazete okuyabilmesi için en az 3000 hiyeroglifi ezberlemesi gerekiyor.

Türkçe ve Rusça öğrenmek zor

Amerikan kaynaklı Defence Language Institute (DLI) yaptığı sıralamada; İngilizce bilenlerin öğrenmesi en kolay diller, Fransızca, Haitice, İtalyanca, Norveçce, Portekizce, Rumence, İspanyolca, Afrika dilleri ve Danca olarak sıralanıyor.

İkinci grupta ise Bulgarca, Farsça, Almanca, Yunanca, Hindi-Urdu dilleri, Endonezca ve Malayca yer alıyor. Öğrenilmesi “zor” sıralamasında ise, Etiyopya’nın (Habeşistan) resmi dili Amharca, Bengalce, Fince, Çekce, Macarca, Kmerce, Lehçe, Sırpça, Tayca, Vietnamca, Tamilce, Rusça ve Türkçe yer alıyor.

Son olarak, öğrenilmesi “en zor” diller olarak ise Arapça, Çince, Japonca ve Korece geliyor.

Arapça zeka geliştiriyor

Araştırmada ana dilleri İngilizce, Arapça ve İbranice olan kişilerle yaptıkları deneylerde ilginç sonuçlar da ortaya çıktı. Buna göre: İngilizce ve İbranice kelimeler okunurken beyin yarım kürelerinden biri diğerinin yardımı olmadan rahatça işlevini görebiliyor. Ancak Arapça okurken ise beynin sağ yarım küresi, beynin sol yarım küresindeki kaynakların yardımı olmadan işlev görmüyor. Böylece Arapça sembolleri okurken beyin aktif olarak çalışıyor. Yani zekanızı geliştirmek istiyorsanız Arapça öğrenmeniz tavsiye ediliyor.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Muhteşem Yüzyıl Rusları 11 saat ekrana bağladı


Rusya’da büyük ilgi gören Muhteşem Yüzyıl dizisinin ilk 13 bölümü, uzun bir aradan sonra yeniden, önceki gün federal kanallardan Damaşnıy TV’nin ekranlarında 11 saat aralıksız gösterilerek bir rekora imza attı.
Kısa reklam araları dışında herhangi bir kesinti olmazken, 7 Nisan’da yayımlanacak yeni bölümünün tanıtımlarıyla ilgili olarak “Roxelana (Hürrem) ve Süleyman’ın öyküsü devam ediyor” denildi. Damaşnıy TV’deki ilk 13 bölümün ardından diziye ara verilmesine seyirciler büyük tepki göstermişti.
Aşağıda dizinin Türkiye'de ilk gösterime girdiğinde yazılmış bir tanıtım yazısı var.


Ruslarla izdivacın dünü, bugünü

M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru
Kaynak: http://www.turkrus.com/


Geçen sene yeni yılı mutlu karşılayanlardandım. Bunun benim için çok önemli, geçerli bir nedeni vardı. Yeni yılın ilk haftasında bir kız toruna; minicik, tatlı bir “vnuçka”ya sahip olmuştum. Bu sene de birinci yaş gününü kutladık.
















Türk-Rus Toplumsal Forumu Eşbaşkanı ve Enka’nın kurucusu Şarık Tara, iki ülke arasındaki kültürel yakınlaşmaya Rus gelinleri şahit gösteriyor: “Rusya’daki Enka şantiyelerinde 93 bin Türk çalıştı,10 bini Rus kızlarıyla evlendi. Türkiye’de Rus gelin sayısı 100 bin,” diyor.
Şarık Bey, bunu belki de resmi bir veriye dayanmadan yaklaşık bir rakam olarak ifade etti. Ancak rakamlar üç aşağı, beş yukarı bu civarda olsa gerek. Son zamanlarda iki ülke arasındaki her alandaki yakınlaşmaya örnek olarak gösterilebilecek önemli bir olgu bu.
Avrasya’nın en önemli iki ülkesi, Türkiye ile Rusya arasında, her iki ülke halkını mutlu eden, içinde bulunduğumuz günlerde de iyice yoğunlaşan olumlu ilişkiler var. Aslında çoktan olması gereken bu ilişkiler umarız köklü olur.
Ekonomide, uluslararası siyasette, sosyal, kültürel ilişkilerde, turizmde giderek artan, mutluluk verici bir yakınlaşma var. Türkiye’ye yılda yaklaşık 3 milyon Rus turist geliyor. Ruslar için Antalya kendi kentleri gibi...Bizim Şirketin Genel Müdürü Alex, Rusya’daki Türk okullarından birinden mezun olduktan sonra, yüksek öğrenimini İstanbul’da tamamlamış. Ortalama bir Türkten daha iyi Türkçe konuşuyor; imla hatalarına, ifade bozukluklarına hiç tahammülü yok.












Türklerle evlilik yapan Rus kökenlilerden biri de benim gelinim Petersburg’lu Viktoria…Eksik olmasın bize gözümüzün bebeği Miya’mızı armağan etti. “Maya milaya miya”yı…Bu yılın en güzel armağanı Ayaz Dede’den, Ded Maroz’dan değil, Viktoria’dan!

Ruslarla izdivaç, yeni, 1990’lı yıllardan sonra olan bir şey değil. Uzun bir geçmişi var… Bunun en bilinen, eski örneği ise Kanuni Sultan Süleyman’la izdivaç yapan Hürrem Sultan…

***
Torun karşılama heyecanıyla beklerken gözüm ara sıra açık televizyona kayıyor. Show TV’de yeni başlayacak bir dizinin tanıtım fragmanları var.
Dizi başlamadan, izleyemeden, “vnuçka”ma, Türkiye’me doyamadan iş güç yüzünden Moskova’ya döndüm.
Dizi başladı; beğenenleri, beğenmeyenleri oldu; tartışmaları da beraberinde getirerek Türkiye’nin gündemine oturdu. RTÜK’ün hışmına uğrayarak ceza aldı, medyanın bir kesimi yerden yere vurdu. Ancak hepsi Muhteşem Yüzyıl’a rating olarak döndü.
Kanuni Sultan Süleyman’ı kadın ve içki sevdalısı olarak gösteriyor diye eleştiri yağmuruna tutulan Muhteşem Yüzyıl dizisi ratinglerde en yakın rakibine iki kat fark attı.
Daha ilk bölümünde zirveye oturan dizi, yoğun eleştirilere rağmen her gösterim haftasını yine zirvede tamamlıyor. Ölçümlere göre Türkiye’de halkın yüzde 35′i gösterildiği akşam ekranda Kanuni’nin Hürrem ile gerdek gecesini izlemiş.
Bu arada diziyle birlikte Hürrem Sultan da Türkiye’nin gündemine oturdu.

Dizide, Osmanlı'nın en geniş sınırlara ulaştığı sırada Kırım'dan cariye olmak için yola çıkan bir genç kızın -Moskof Cariye Hürrem'in- oğlunu tahta oturtmak için verdiği mücadele ve yaptıklarıyla bir imparatorluğun kaderine yön verişi ele alınıyor.

***
Peki kimdi bu Osmanlı tarihine damgasını vuran Hürrem Sultan?

Hakan Aksay üstadımız diyor ki; “Hürrem Sultan bir Rus’tu...Aslında Rus değil, Ukraynalı’ydı. Ama “fark eder mi”?
Hürrem Sultan: Osmanlı padişahı I. Süleyman'ın eşi ve sonraki padişah II. Selim'in annesi… Bir Osmanlı padişahıyla nikâhla evlenmiş ilk kadın...
Hürrem Sultan, Hürrem Haseki Sultan, doğum adıyla Aleksandra Lisowska ya da Avrupa'da tanındığı isimle Roxelana (doğum yılı 1500 veya 1506 - ölümü 1558), Lehistan Krallığı'nın sınırları içerisinde bulunan Rutenya'da doğmuştu. 20 yaşındayken Tatar akıncılar tarafından 1520 tarihinde Rutenya'den kaçırılmış, Kırım Hanı'nın himayesine girmiş, daha sonra Osmanlı sarayına sunulmuştu.
İşte asıl hikaye bundan sonra başlıyor.
Anlatılan hikayelere göre, Hürrem Sultan Cariye maaşı alıyordu, ancak sarayda yaşadığı için bu paraya ihtiyacı da yoktu. Bu yüzden diğer cariyeler gibi parasını bağışlamak istedi ve bağışını da Mekke'ye yapmak istedi. Kölelerin dini yerlere bağış yapması dinen günahtı, bu yüzden Kanuni'den onu azat etmesini istedi ve nedenini de açıkladı.
Bu neden Kanuni’ye makul geldi ve bağış için Hürrem Sultan'ı azat etti. Hürrem artık cariye değildi.
Günlerden bir gün Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan'ı odasına çağırttı, ama Hürrem bu çağrıyı reddetti. Kanuni'ye, "Artık ben sizin malınız değilim; beni kölelikten azat ettiniz. Sizinle beraber olmam zinaya girer," dedi. Bu yüzden Kanuni Sultan Süleyman Hürrem Sultan'ı nikahına almak zoruna kaldı.
Hürrem Sultan, sarayda özel bir eğitim gördü. Güzelliği zekası ve becerisi ile padişahın dikkatini çekmeyi bildi. Harem kadınları ve sarayın ileri gelenleri arasında da kendine yer edindi.
Hürrem Sultan saraya geldiğinde Kanuni'nin Manisa valisi iken birlikte olduğu Mahidevran Sultan'dan Mustafa isimli bir oğlu vardı. Mustafa zamanla çok sevilen bir şehzade haline geldi. Mustafa'nın Kanuni'den sonra padişah olmasına herkes kesin gözüyle bakıyordu. Bu da Mahidevran Sultan'ın Valide Sultan olacağı anlamına geliyordu.
Fakat Hürrem Sultan, her bakımdan Mahidevran Sultan'ın önüne geçti.
Hürrem Sultan, Kanuni Sultan Süleyman'a bir kız, dört oğlan çocuğu doğurdu. En büyük oğlu Mehmet Şehzade tahta çıkamadan öldürüldü. İkinci oğlu Selim tahta çıktı. Diğer çocuklarıysa Beyazıt ve Cihangir Şehzadelerdi.
Hürrem, kızı Mihrimah Sultan'ı Vezir-i Azam Rüstem Paşa ile evlendirerek Vezir-i Azam'la bir ittifak oluşturdu. Kanuni, yeniçeriler tarafından çok sevilen oğlu Mustafa'yı kendisini tahttan indirmeyi planladığı inancıyla öldürttü. Hürrem Sultan'ın Kanuni'yi bu kararda etkilediği inancı oldukça yaygın. Şehzade Mustafa'nın öldürülmesinden sonra Mahidevran Sultan iyice gözden düştü. Yaşamının büyük bir bölümünü fakir olarak oğlunun mezarının bulunduğu Bursa'da geçirdi. Ancak Hürrem Sultan'ın ölümünden sonra Hürrem Sultan'ın oğlu padişah II. Selim Mahidevran Sultan'a maaş bağlattı ve oğlu Mustafa'nın türbesini yaptırttı.
Devlet yönetiminde etkili olan Hürrem Sultan, İran savaşını destekledi. Ruslar ve Lehlerle barış içinde yaşanılmasını sağladı. Bu dönemde Ruslar Kazan ve Astrahan Hanlıklarına hakim olup doğuya doğru yayılmaya başladılar.
Hürrem Sultan 18 Nisan 1558 tarihinde eşi Kanuni Sultan Süleyman'dan 8 sene önce 52 yaşındayken öldü.
Hürrem, oğlu II. Selim'in tahta çıkışını göremedi. Süleymaniye Camisi Külliyesi içinde kendisi için yaptırılan türbeye gömüldü. Türbenin iç duvarları bir cennet bahçesini tasvir eden İznik çinileriyle kaplı.
Hürrem Sultan'ın doğduğu yer olduğuna inanılan Ukrayna'nın Rohatyn kentinde bir Hürrem Sultan anıtı bulunmaktadır. 2007 yılında, Ukrayna'daki bir liman kenti olan Mariupol'daki Tatarlar da Hürrem Sultan'ın onuruna bir cami yaptırdılar.

***
İşte, Türklerle Rusların evliliklerine verebileceğimiz bildiğimiz en eski örneklerden birinin, Hürrem Sultan’ın ilginç hikayesi böyle…
Kim bilir; daha bilmediğimiz kaç ilginç hikaye var?..