Moskova

Moskova

26 Eylül 2011 Pazartesi

Gezilesi, görülesi Moskova!..
















M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru
Kaynak : Memlekent Dergisi


Moskova, seyahat meraklılarının öncelikle görmeleri gereken dünyadaki en önemli kentlerden biri…Niye diye soracak olursanız, bunun tarihi, kültürü, güzelliği gibi pek çok sebebi var.

Bir kere dünyanın önemli metropollerinde olan her şey Moskova’da var: Parlak bir gece hayatını, lüks otelleri ve restoranları, barları ve kafeleri, büyük alışveriş merkezlerini burada bulabilirsiniz. Sağlam bir kültürel geçmişi olan Rusya’nın başkentinde diğer bütün metropollere fark atacak çokluk ve kalitede tiyatro, opera, bale eserlerini izleyebilirsiniz. Moskova’daki sayısız müzeyi hakkıyla gezebilmek içinse çok uzun ve yoğun bir seyahat programına hazır olmanız gerekir.

Bir Batılı için anlaşılması zor, bilinmezi çok olan Rusya, aynı Türkiye gibi, coğrafyası ve kültürü itibariyle, hem batılı, hem de doğulu,.. toprakları hem Avrupa’da, hem de Asya’da olan bir ülke…Avrupa’nın doğusunda, Asya’nın kuzeyinde yer alan Rusya, 14 ülkeyle sınır komşusu ve sınır uzunluğu bakımından da dünyada birinci sırada… Yüz ölçümüyse 17.075.400 km². Baltık Denizi’nden Bering Boğazı’na kadar uzanan, 11 saat dilimini kapsayan bu dünyanın coğrafi olarak en büyük ülkesi, tarihi, coğrafyası, insanı, kültürü ve sanatıyla keşfedilmeye değer çok şeye sahip.
Başkent Moskova ise Rusya’nın kalbi, beyni, her şeyi…Siyasi, tarihi, ekonomik, kültürel ve manevi merkezi. Rusya’nın en gelişmiş bölgesinde, Rusya düzlüğünün ortasında bulunan 13 milyonluk nüfusuyla çok önemli bir merkez. Tolstoy’un dediği gibi her Rus Moskova’yı kendi annesi gibi görür. Moskova’nın hikayesi bir bakıma Rusya’nın da hikayesi.

Hem içeriden, hem de dışarıdan göç alan Moskova, giderek gelişiyor, büyüyor.
Moskova halka halka büyüyen bir şehir. Moskova’nın nerdeyse sembolü haline gelen Metro haritasına baktığınızda da bunu görürsünüz. Metro da aynı bu şekilde merkezdeki bir halkanın etrafında oluşmuş.

Kremlin’in yakınındaki Balşoy Moskvaretskiy Köprüsü’nde durup Moskova Nehri’ne bir çakıl taşı attığınızda taşın suya düştüğü yerde iç içe geçmiş büyüyen halkalar oluşur. Moskova da hemen hemen aynı yerden başlayarak halka halka büyümüş, büyümeye de devam ediyor.

En içte Kremlin’in duvarlarından oluşan ilk halka var. En dışta ise 108 km.’lik Moskova Çevre Yolu, Moskova’yı çepeçevre sarar. Çevre yolunda arabayla bir noktadan hareket ederseniz, hiçbir yere sapmadan dolaşarak aynı noktaya gelirsiniz.
Kuruluşu 1147’ye dayanan Moskova, Avrupa’nın en büyük kenti. Nüfusu 2002 sayımlarına göre 10,4 milyon. Ama fiilen ülke içi öteki kentlerden ve dünyadan gelenlerle günlük nüfusun 13-13,5 milyon olduğu kabul ediliyor.

1156’da Yuriy Dolgorukiy tarafından ahşap olarak yaptırılan, sonra defalarca yangınlar ve yıkımlar yaşayan Kremlin Sarayı, Kızıl (eski Rusçadaki anlamıyla Güzel) Meydan, Tverskaya ve Arbat caddeleri, Puşkin ve Tretyakov müzeleri, Lermantov ve Şalyapin evleri, tiyatroları, sinemaları, parkları, nehri, kilise ve camileri, alışveriş merkezleri, eğlence hayatı ve 1931’den bugüne gelişerek 150 civarındaki istasyonuyla başkent ulaşımını kısmen rahatlatan dev Moskova Metrosu ile görülmeye değer eşsiz bir dünya kenti Moskova.

Hep iyi taraflarından bahsetmek mümkün değil; bilmeden seyahat edecekleri uyarmak gerekiyor. Ne yazık ki Moskova pahalı bir metropol. Rusya başkenti, 2006 yılında Marcer Human Consulting adlı araştırma merkezinin Avrupa, Asya, Kuzey ve Güney Amerika ve Avusturalya’yı kapsıyan dünyanın 144 gelişmiş şehrinde yaptığı araştırma sonucunda Moskova tüm Avrupa, Amarika ve diğer ülkelerin metropollerini geride bırakarak dünyanın en pahalı şehri ünvanına sahip oldu.

Rusya’da yaşadığınızı bilen eşiniz, dostunuz hazır siz oradayken bir fırsatını bulup gelip gezmeyi isterler. Tabii sizden de rehberlik etmenizi…

Daha dostunuz gelmeden düşünmeye başlarsınız nereleri göstermeli diye.

Bana soranlara, “Aman sakın kışın gelmeyin, o malum korkunç soğuğu nedeniyle sadece Kremlin’i, Kızıl Meydan’ı, Arbat’ı ve birkaç müzeyi görüp, Metro’da kısa bir seyahat yapıp gidersiniz,” diyorum. Öyle ya Moskova sadece buraları değil ki!

Ancak şu da bir gerçek ki Moskova’nın fotoğraflardaki, resimlerdeki bilinen imajı karlar altındaki Kremlin’dir. O soğuğu, ayazı yiyen birisi olarak bence o panoramanın sadece resimlerde olanı güzel. Sıkı giyinilip, hızlı ve programlı yapılanınaysa kesinlikle itirazım yok.

Galiba en iyisi vakti olanlar için kışın birkaç günlüğüne Moskova’ya gelip yukarıda bahsettiğim hızlı, kısa turu yapmak; işin aslını ve uzun olanını ise güzel yaz aylarına bırakmak; Moskova’daki nehir turlarına katılmak, güzelim parklarını, bahçelerini gezmek, fıskiyelerinde ıslanmak, havuzlarına ayaklarınızı sallandırmak ve hatta çevre şehirlere yapılan günlük turlara katılmak. Haaa unutmadan söyleyeyim, Moskova’da “çimenlere basmak yasak” değil!

Peki nereleridir Moskova’nın en gezilesi, görülesi yerleri?

Şöyle bir sıralama yaparsak uzun bir liste oluşur:
Kızıl Meydan, Kremlin,Katedral Meydanı, Büyük Kremlin Sarayı, Çar Topu, Çar Çanı, Aziz Vasili (Blajenni) Katedrali, Lenin’in Mozolesi, Bolşoy Tiyatrosu, Kurtarıcı ısa Kilisesi, Novodeviçi Manastırı, Tarih Müzesi, Puşkin Müzesi, Tretyakov Galerisi, Moskova’nın yüksek binaları, ışçi adam ve Köylü Kadın, Ostankino Televizyon Kulesi, Moskova Metrosu, Lujniki, Arbat, Kuskovo, Kolomenskoye, Botanik Bahçesi, İzmailov Parkı, Heykel Parkı, Moskova Metrosu,v.s..

Moskova’nın ve hatta Rusya’nın simgesi Kızıl Meydan ve Kremlin’in şöylece bir gezilmesi için çok fazla zamana gerek yok; yarım gün yeterli. Kısa süreli bir iş gezisinden artan bir zaman içinde buraları alelacele gezilip, bir de arka fonuna Kremlin alınan bir hatıra fotoğrafı çektirilirse eşe dosta ben Moskova’yı da gördüm denilebilir.

Yukarıda saydığım yerlerden Sadovaya yani Bahçe Yolu içindeki yerleri görmek içinse en azından birkaç günlük bir zaman gerekli.

Daha uzun süreli kalışlar ve burada yerleşikler için kuşkusuz başka bir gezip, görme programı gerekli.

Saat değil, Serkisof


Nam-ı diğer "Şimendiferli Serkisof saatleri" Rus yapımı mekanik saatlerdir.

Osmanlıca tren, demiryolu anlamındaki "şimendifer" sözcüğü ; Fransızca "chemin de fer" den geçmiş.  

Devlet Demiryollarında çalışanlara emekli olduklarında verildiğinden mi nedir ‘demiryolcu saati’ de deniyor.
Yakın zamana kadar emekli olan her demiryolcuya serkisof marka, lokomotif veya kanatlı tekerlek kabartmalı köstekli saat hediye edilirdi. Demiryolcuların o saatleri, tılsımlı bir emanet gibi, dededen toruna saklanır.
Aslında Serkisof, saatten öte bir şeyin; bir hayat tarzının adı.

Benim dedeciğimin de, babacığımın da böyle köstekli saatleri vardı.

Babam bana da Sirkeci'de bir saatçide bulduğu, yine arkasında şimendifer kabartması olan bir saat almıştı. 

Amcam sünnet hediyesi niyetiyle bir saat almıştı bana. Halbuki o sırada sünnetimin olmasına daha seneler vardı. 

İlk saatim oydu. Yıllarca kullandım. Lisedeyken Kıbrıs olayları nedeniyle karartma olan karanlık bir gecede cebir dersi çalışmak için sınıf arkadaşım, dayımın oğlu Aykut'la birlikte arkadaşımız İdris'in dükkanına giderken yolda nasılsa kolumdan düşüp, kayboldu. Çok üzülmüştüm, ancak yol uzundu. Geri dönüp, karanlıkta bulabilecek halim yoktu.

Yıllar içinde meydan saatlerine bakarak zamanı anlama alışkanlığım oluştu; durumu idare ettim. Nerelerde meydan saati olduğunu bilir, mutlaka geçerken bakardım. Mesela otobüs veya treleybüsle geçerken Ankara Tandoğan'da Ordu Sineması girişinde bir saat vardı; ona bakardım. Kızılay Meydanı'nın tam ortasında da İş Bankası kumbarası biçimli kocaman bir meydan saati vardı. Ulus Meydanı'nda da öyle...

Seneler sonra üniversitedeyken babam benim bu saatsiz yaşama alışkanlığımdan illallah deyip bana o şimendiferli saati aldı. Ancak benimki köstekli değildi; hala sakladığım mekanik bir kol saatiydi. Teklediğinde tamire götürdüğüm saatçiler hayran kalırlardı. "Böyle saatler şimdi kalmadı, mekanizması çok güzel," derlerdi.



Satılık Tarih
Aydın BİLGİN


Babam demiryolcuydu ya, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nın (kendi tabiriyle Te Cim Dal Dal'ın) Alsancak 3'üncü Bölge Müdürü tarafından kendisine armağan edilmiş Serkisof marka saatine bayılırdı.

Ona göre Serkisof dünyanın en iyi saat fabrikasıydı ve bunu Türk demiryolcuları için özel üretmişti.

Emekli olduktan sonra da, o saati gururla taktı. Kolunda kol saati bile olsa, sık sık onu cebinden çıkarır, puro içenlerin puroyu içmeden önceki ritüellerine benzer bir şekilde, o da saatini evirir çevirirdi. Sonra kurma kolunu iki parmağının arasına alır, kurardı da, kurardı defalarca.

Saati yukarı kaldırır, üzerinde lokomotif kabartmalı, gümüş kaplamalı kapağını açar, camını eliyle sıvazlar ve saati ondan sonra okurdu.

Nasıl bazılarımızın bebek ayı dostları, uğurlu dolmakalemleri, nazar boncukları, ya da can yoldaşı köpekleri varsa, onun da tarih yoldaşı cep saati vardı.

Üzüntülü, sevinçli, keyifli, sıkıntılı, başarılı, başarısız birçok zamanı kaydetmişti anılarına, tik tak.

Babamın bu saati çok sevdiğini bildiğim için, ona değerini sorardım. O da 'Bu saatin değeri mi olur evladım? Bu saatin değeri ölçülemez. Onu ölünceye kadar ben, saklayacağım, ondan sonra da sen' derdi.

Babam can yoldaşının manevi değerine karşılık, maddi değer ve özellikleri ile hiç ilgilenmediği için, saati ile ilgili başkaca hiçbir bilgiye merak duymadı.

Ben ise duydum. 1984-1990 yılları arasında Moskova muhabiri olarak Rusya'ya yaptığım sık ziyaretlerden birinde, saatle ilgili bilgi topladım.

Saati üreten fabrika Ural Dağları'nın eteklerindeki Chelyabinsk kentindeki Molnija Saat Fabrikası'ydı. Bu bölge el becerileri ile ünlü sanatkar insanlarla doluydu. Rus Çarları 19'uncu yüzyılda birçok el sanatı ustasını Kremlin'e buradan götürmüşlerdi.

18 taşlı

Fabrika doğduğum yıl, 1947'nin 17 Kasım'ında Chelyabinsk'te kurulmuş ve cep, kol, masa ve duvar saatleri yanında, tank ve denizaltılar için de göstergeler üretmeye başlamıştı. Her saat elde ve teker teker üretilirdi. Özellikle köstekli 18 taşlı cep saati çok aranırdı.

Krom veya gümüş kaplamalı kapaklı, 50 mm çapında, 14 mm kalınlığında ve 75 gram ağırlığındaydı. Dakiklik garantisi, günde eksi 20 saniye ile artı 40 saniye arasında idi. Saati bir kurdunuz mu, en az 39 saat işlerdi. Oysa babam kurardı da kurardı. Gurg, gurg, gurg.

Babama bu bilgileri aktardığımda, o artık çok yaşlanmıştı. Bu bilgiler onu hiç etkilemedi. 'Senin dediklerin metal parçası! Benim ki ise tarih' dedi.

'Baba, madem bu kadar kıymetli, satalım' diye yaptığım şakaya bile tahammül edemedi. 'Oğlum, insan hatırasını, hediyesini, tarihini satar mı?' diye öfkelendi. 'Kaldı ki maddi olarak da değeri çok' diye, inançsız, fısıldadı.

Maddi değeri konusunda inançsızlığı da haklıydı. İnternette ebay.com'da en fazla 20 dolara alıcı buluyordu. Çünkü milyonlarcası vardı.

Ancak asıl şoku internette açık artırma sitesi gitti gidiyor.com'da yaşadım. Serkisof demiryolları saatlerinin orada da, 30-40 milyona gittiğini gördükten sonra, gözüm nişan ve madalyalar bölümüne takıldı. Orada gördüklerimden sonra, babama duyurmak isterdim sesimi.

'Babacığım, bana hatıra, tarih satılır mı?' diyordun. Osmanlı 1.Derece Nişanı 450 milyona, Kore Madalyası 50 milyona, 1954 Kore 5. Türk Tugayı rozeti 19 milyona satılık baba' diye bağırmak; 'Kanuni Esasi Yadigarı 75 milyona, İstiklal Madalyası 140 milyona, Çanakkale Harbi Subay Madalyası 225 milyona, Galiçya 15'inci Kolordu rozeti 50 milyona, gitti gidiyor baba' diye haykırmak isterdim.

Daha sonra babamın gözyaşları süzülürken buruşuk yanaklarından, ona 'Daha da kötüsü var babacığım' demek isterdim utanarak, sıkılarak, 'Bu nişan ve madalyaların hepsi birlikte, bir 1924 Fenerbahçe-Galatasaray maçı madalyonu kadar etmiyor. Onu 2 buçuk milyara satıyorlar babacığım.'
Baba, hani satılmaz tarih, demiştin? Bak işte, gitti gidiyor hatıralar, üç kuruşa satılık.

'Evladım, bu insanlara hatıralarını, tarihlerini sattıranlar utansın' dediğini duyar gibiyim.

Öyle ya, neden satsın anılarını insan? Ya artık hatırlamak istemediği için, ya da ekonomik sıkıntıdan.

Satılık tarih, tarih satılık baba.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Rusya'da Çalışabilir Nüfus 10 Milyon Kişi Azalacak


Rusya nüfusunun azaldığı konusu gündemde yerini korurken, bu sefer bu konuya Rusya Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Nikolay Patruşev işaret ederek, bazı uyarılarda bulundu.

Patruşev, 2025 yılına doğru Rusya’da çalışmaya uygun nüfus sayısının en az 10 milyon kişi azalacağına dikkat çekerken, ülkenin 2011-2025 yılları arasında nüfus açısından zor bir döneme girdiğine işaret etti.

Ülkenin orta sınıf diye tabir edilen yüksek kalifiyeli iş gücüne ihtiyacı olduğuna dikkat çekilirken, kalifiye eleman temini için devlet göçmen politikasının hazırlanması ve çeşitli önlemler alınmasının şart olduğu belirtildi.

13 Eylül 2011 Salı

Hayatımızı değiştirecek filmlere ihtiyacımız var


Hakan Aksay, T24

Kaynak:http://www.rusya.ru/

Hakan Aksay,Rus sinemasının, tarihe iz bırakmış, aşkın eserleri arasında gezintiye çıktı… Ünlü Rus yönetmen Aleksandr Sokurov’un Venedik Film Festivali’nde “Faust” filmiyle Altın Aslan ödülünü kazanmasın ardından yaptığı konuşmadan yola çıkan Aksay, Sokurov’la birlikte sinema sanatının zirvesine çıkmış, büyük Rus sinemacıları tekrar hatırlattı.

“Bizi güldüren ve ağlatan filmler vardır. Bir de hayatımızı değiştiren filmler vardır.”

Bu cümleler benim değil. 2011 Venedik Film Festivali jürisinin başkanı Darren Aronofsky’nin.

Şu cümleler de benim değil:

“Kültür, bir lüks değildir. Toplumun gelişmesi için son derece gerekli bir temeldir. Eğer kültür, hep yumuşak, ihtiyatlı ve sessiz olursa, biz eriyip gideriz. Toplum olarak bütün düzeylerde kültür için mücadele etmeliyiz.”

Ve bir cümle daha:

“Filmin izleyiciye ihtiyacı yoktur; asıl izleyicinin filme ihtiyacı vardır.”

Bunlar da, 68. Venedik Film Festivali’nde ana ödül olan Altın Aslan’ı kazanan Rus yönetmen Aleksandr Sokurov’un cümleleri…

Son cümleyle isterseniz biraz oynayalım:

“Filmin izleyiciye değil, izleyicinin filme ihtiyacı vardır.”

“Şarkının dinleyiciye değil, dinleyicinin şarkıya ihtiyacı vardır.”

“Kitabın okura değil, okurun kitaba ihtiyacı vardır.”

Böyle devam edebilirsiniz. Tabii eğer eser büyükse, tarihiyse, hayatı değiştirebiliyorsa...

Sanatta ve diğer yaratıcı uğraşlarda bu yaklaşıma ve “bazı eserlerin hayatımızı değiştirebileceği” fikrine hem saygı duyuyor, hem de yürekten inanıyorum. T24’teki ilk yazımdabundan söz etmiştim: “Bazen her şey bir tek cümle içindir”.

* * *

Sokurov’un Venedik’te ödül kazanan filmi “Faust”u henüz görmedik. Muhtemelen önümüzdeki aylarda izleyeceğiz.

Ama bu filmin, onun 12 yıl önce başladığı, “tarih, iktidar ve insan” ilişkisini ele alan bir serinin son halkası olduğunu biliyoruz.

Bu seri bugüne kadar, Hitler, Lenin ve Japon İmparatoru Hirohito’yu anlatan “Boğa”,“Moloh” ve“Güneş” filmlerini içeriyordu.

Ve şimdi de Goethe’den esinlenen, felsefi bir film var gündemimizde: “Faust”.

Sokurov, filmde, “insanlığa ve tarihe dair karanlık olan ne varsa ele aldıklarını” söylüyor. Hatta film çok karanlık olmasın diye bazı şeyleri çıkarmak zorunda kaldıklarını dile getiriyor. Ve ekliyor:

“Kötülük çoğaltılabilir. Bunun formülünü Goethe vermiştir: Mutsuz insanlar tehlikelidir.”

Uluslararası kültürel etkileşime büyük önem veren Sokurov, ödül alan filminde 38 ulustan sanatçıya görev vermiş. Başrolde bir Alman var ve Çek Cumhuriyeti’nde, Prag yakınlarında çekilen filmin dili de Almanca.

Sokurov her ne kadar filminin ödül almayacağı düşüncesiyle Moskova uçak biletini cumartesi sabahına almışsa da, jüri onu zorla ikna edip kalmasını sağladı ve cumartesi akşamı oybirliğiyle ödülü ona verdi.

Aslında Sokurov, Rus sinemasının dünyadaki önde gelen isimlerinden biri. Adı, 1995’te Avrupa Sinema Akademisi tarafından “dünyanın en iyi 100 rejisörü” listesine yazılmıştı.

Ama – belgesellerini de sayarsak – yaptığı 40 civarında filmden dolayı aldığı 30’a yakın ödül arasında hiç bu kadar büyük bir uluslararası derece yoktu.

Elbette bunda Venedik, Cannes, Berlin, Moskova gibi 13 büyük uluslararası film festivalinin önemli bölümünün jüri üyelerinin ve kararlarının, son yıllarda oldukça tartışmalı hale gelmesinin ve saygınlık yitirmesinin de payı olabilir.

* * *

Şimdi 60 yaşındaki Sokurov, film yapmaya 19’unda başladı. İlk döneminde yaptığı neredeyse bütün filmleri Sovyet yönetiminin tepki, baskı ve sansürüyle karşılaştı. Arkadaşı olan ünlü yönetmen Andrey Tarkovski, bir ara hayatı tehlikede olan Sokurov’u yurtdışına kaçırmaya çalıştı. Ama o, ülkesinden, dilinden ve kültüründen ayrılmamakta direndi.

Eserlerini ancak 80’lerin sonundan itibaren geniş kitleyle paylaşabildi. Yıllardır Petersburg’da yaşayan ünlü rejisörün 2007 yılında yaptığı bir önceki sanatsal filmi olan “Aleksandra”dan çok etkilenmiştim. Film, Rus-Çeçen savaşının sonuçlarını savaşı göstermeden sergiliyordu. Yaşlı bir Rus kadının savaş bölgesindeki izlenimlerini, Çeçen kadınlarıyla söyleşilerini aktarıyordu.

Sokurov son dönemde yeniden atağa kalkan Rus sinemasının adını dünyada bir kez daha duyuran bir isim oldu.

Dünyanın en önemli üç filminden biri sayılan “Potemkin Zırhlısı”nın (1925) rejisörü Sergey Ayzenştayn, Andrey Tarkovski, Sergey Bondarçuk, Elem Klimov, Eldar Ryazanov, Aleksey German, Andrey Konçalovski ve 1994’te Oscar alan filmi “Güneş yanığı” ile Türkiye’de de hayranları olan Nikita Mihalkov bu isimlerden sadece birkaçı.

Bunlar iyi rejisörler… İhtiyacımız olan, hayatımızı değiştirebilecek etkili filmleri yapan yetenekli ve yaratıcı insanlar...

12 Eylül 2011 Pazartesi

Boş inançlarla dolu kafalar çoğalıyor


Hakan Aksay, T24
Kaynak:http://www.rusya.ru/


Hakan Aksay’dan Rus coğrafyasında günden güne yaygınlaşan ‘boş inançlar’a ilginç örnekler… “Bir zamanlar Rusya’da, daha doğrusu Sovyetler Birliği’nde inanmak, ikinci sınıf insanlara özgüydü. Şimdi tersi oldu. Bazen inanmayanlar, toplumdaki bütün olumsuzlukların sorumlusu değilse bile, onlara eğilimli kişiler olarak görülüyor” diyen Aksay, toplumsal değişime dair ilginç bilgiler veriyor.

Geçen hafta yabancılarla iletişim sırasında nelere dikkat edilmesi gerektiğini anlatan bir Türk gazetesinde, Rusya’da kapı eşiğinde tokalaşmamak gerektiği yolundaki uyarıyı gördüm.

Hoşuma gitti. Galiba Ruslar’la tanışma konusunda epeyce ilerledik…

Acaba Rus kız arkadaşlarına verdikleri çiçek sayısını “iyi ayarlayamadığından” dolayı teşekkür alamayan Türk delikanlılar, çift sayının ancak cenazelere gittiği yolundaki inancı da öğrendiler mi?

İstemeden ayağına bastıkları bir Rus’un, özellikle de o sizi kendine yakın hissediyorsa, hemen “intikam almak” ve sizin ayağınıza basmak eğilimine girmesinin, kavga çıkarmak değil, tersine, böylelikle ileride sizinle kavga etme ihtimalini savuşturmaya çalışmak amacını taşıdığını da biliyorlar mı?

Veya evde ıslık çalmalarını istemeyen Rus dostlarının, bunun para kaybına yol açabileceği yolundaki uyarılarını kanıksadılar mı?

Ama bir tabak ya da bardak kırıldığında, herkesin bunun mutluluk getireceğine inanarak “Mutluluğa! Mutluluğa!” diye garip bir koro halinde bağırmasına alıştıklarına, hatta bir oyun oynar gibi kendilerinin de bu koroya katıldıklarına kalıbımı basarım. (Ama kırılan ayna olduğunda, bunun bir felaket işareti sayılabileceğinden dolayı, susmakta yarar var.)

***

Doğrusu boş inanç, eski deyişle batıl itikat sahibi olmadığım için övünmüyorum. Ama böyle inançları var diye kimseye fazladan saygı da duymuyorum. Herkes, boş ya da dolu, istediğine inansın veya inanmasın; ama kimse inancıyla veya inançsızlığıyla başkalarını rahatsız etmesin.

Aslında boş inançların, oyunu andıran keyifli bir yanı var. Bu açıdan dinin katılığı ve ciddiyeti burada geçerli değil. Ne var ki bazen boş inançlar da aynı ölçüde karışmacı olabiliyor.

Rusya, komünist ideolojinin terk edilmesinden sonra, yalnız dinin ve astrolojinin değil, aynı zamanda boş inançların da olağanüstü güçlendiği bir ülke oldu. Bu durum günlük yaşantıda sık sık hissediliyor.

Bir zamanlar yeni parlamento binası açıldığı gün bir gazete, “Umarız kapıdan kedi sokmayı unutmazlar” diye başlık atmıştı. Bu, bir binaya, bir eve, önce kedinin girmesinin uğur getireceğiyle ilgili boş inancın siyaset alanına uygulanması çabası mıydı? Yoksa masum bir şaka mı? Ya da her ikisi de mi?

Ama kara kediye dikkat! Hele önünüzden geçerse…

Her fırsatta şu zavallı 13 sayısının hakkının yenmesine ise değinmek bile istemiyorum…

***

Ya belirtilen iyi dileklerin, adım başı sağ elin orta parmağıyla tahtaya vurularak “pekiştirilmesi”? Sen aynı şeyi yapmadığında, “Tahtaya vur, tahtaya!” diye uyarılar yapılması?

Boş inanç sahibi Ruslar’ın uyarıları saymakla bitecek gibi değil. Örneğin, vedalaştıktan sonra bir şey unuttuğunu fark edip eve geri dönüyorsun:

- Aman aynaya bakmayı unutma! Yoksa işlerin yolunda gitmez.

Uğursuzluktan korumak için mutlaka aynanın karşısına geçiriyorlar. Bakmam, deyip de ortalığı gerginleştirmenin ne alemi var! Bir ödün daha veriyorsun...

İçki sofrasında boş inançlarla gelenekler birbirine karışmış. Burada da uyarılardan geçilmiyor:

- Boşalan şişe masaya konmaz! Yere bırak! Hem birisi şerefe kadeh kaldırıp konuşma yaparken kadeh elde beklenir!

Kolunun ağrıdığını, bu konuşmaların bitmek bilmediğini söyleyecek olsan, sofranın uğurunu kaçırmakla suçlanabilirsin. En iyisi bir ödün daha vermek...

Sofrada birinin dikkatsizliğinden yere bir bıçak düşüyor:

- Aaa, bıçak düştü; bir erkek konuğumuz gelecek.

Kaşık ya da çatalın düşmesini yeğleyenler var. Çünkü o, bir kadının geleceğine işaret sayılabilirdi.

Sağ elini kaşırsın, yakında bir yerlere para vermek zorunda olduğunu saptarlar. Sol elini kaşırsın, eline para geçeceğini duyurular.

Sağ gözün mü seğiriyor? Çok kötü! Yakında ağlayacaksın. Efendim, sol gözün mü dedin? O zaman iyi! Güleceksin demektir.

Solculuk çağrışımı mı? Hayır, sadece inançlar böyle.

***

Bu tür inançları olanlar hep vardı Rusya’da. Ama sayıları hiçbir zaman bu kadar çok
değildi. Ve inançlarını bu kadar sık dışa vurmaz, çevresindekilere böyle baskı yapmazlardı.

Bir zamanlar Rusya’da, daha doğrusu Sovyetler Birliği’nde inanmak, ikinci sınıf insanlara özgüydü. Şimdi tersi oldu. Bazen inanmayanlar, toplumdaki bütün olumsuzlukların sorumlusu değilse bile, onlara eğilimli kişiler olarak görülüyor.

İnanmak ya da inanmamak bireysel bir seçim. Din konusunda da öyle, astroloji veya boş inanç, yani batıl itikat konusunda da.

Keşke herkes bu seçime saygılı olmayı ve farklı düşünenleri rahatsız etmemeyi becerebilse...

1 Eylül 2011 Perşembe

Sergey Dovlatov doğumunun 70. yıldönümünde anılıyor

Rus kısa öykü yazarı, romancı, gazeteci-yazar Sergey Donatoviç Dovlatov (Сергей Донатович Довлатов) 70 yıl önce 3 Eylül 1941’de doğmuştu.

Yazar Dovlatov, Ermeni asıllı bir anneyle (Nora Sergeevny Dovlatova (1908-1999), Yahudi asıllı bir babanın (Donata Isaakovich Metchik-1909-1995) çocuğu olarak 3 Eylül 1941‘de, Rusya Federasyonu’na bağlı Başkurtistan’in başkenti Ufa’da dünyaya geldi.

Tiyatro yönetmeni olan baba Dovlatov, 1944 yılında ailesiyle Leningrad'a taşındı.
Sergey Donatoviç Dovlatov, 1959 yılında Leningrad Devlet Üniversitesi Fin Filoloji Bölümü'nde okumaya başladı, ancak iki buçuk yıl sonra başarısız olduğu gerekçesiyle üniversiteden atıldı.

Bu dönemde Dovlatov, sanat çevrelerinde önemli dostluklar edinmişti. Leningrad’ta Yevgeni Rein, Anatoly Naiman, Joseph Brodsky gibi şairlerle ve yazar Sergei Wolf ("Görünmez Kitap") ve ressam Alexander Nezhdanoff ile arkadaşlık ediyordu.
Bölümden atıldıktan sonraki üç yıl orduda ve Komi Cumhuriyeti'nde hapishane güvenliğinde çalıştı.

Brodski, anı yazılarında Dovlatov’un askerden döndükten sonraki ruhsal durumunu "çok sayıda hikayeleri ve delice bakan gözleriyle, Kırım'dan dönen Tolstoy'a benziyordu" ifadeleriyle anlatıyordu.

1979 yılında, annesi, eşi ve kızıyla birlikte ABD'ye göç etti. 1980'lerin ortalarında eserleri yayımlanabilir bir yazar olarak tanındı ve "The New Yorker"'da yazmaya başladı.

Kısa olan ömrüne pek çok kitap sığdırdı. ABD ve Avrupa'da 12 kitabı basıldı.
24 Ağustos 1990’da New York’da yaşamını yitirdi.

Ölümünden ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, kısa hikâyeleri Rusya'da da basıldı.

Dovlatov'un sadece bir kitabı Türkçeye çevrilerek 'Bavul' başlığı altında 2004 yılında Cem Yayınları arasında basıldı.

Yaşamı süresince basılan kitapları :
•The Invisible Book (Невидимая книга) — Аnn Arbor: Ardis, 1977
•Solo on Underwood: Notebooks (Соло на ундервуде: Записные книжки) — Paris: Третья волна, 1980.
•The Compromise (Компромисс) — New York: Серебряный век, 1981.
•The Zone: A Prison Camp Guard's Story (Зона: Записки надзирателя) — Ann Arbor: Эрмитаж, 1982.
•The Reserve (Заповедник) - Аnn Arbor: Эрмитаж, 1983.
•The March of the Single People (Марш одиноких) — Holyoke: New England Publishing Co, 1983.
•Ours (Наши) — Ann Arbor: Ардис, 1983.
•Demarche of Enthusiasts (Демарш энтузиастов) (Bagrich Bakhchanjan ve N. Sagalovskij ile birlikte) — Paris: Синтаксис, 1985.
•Craft: A Story in Two Parts (Ремесло: Повесть в двух частях) — Ann Arbor: Ардис, 1985.
•A Foreign Woman (Иностранка) — New York: Russica Publishers, 1986.
•Suitcase (Bavul) (Чемодан) — Tenafly: Эрмитаж, 1986.
•The Performance (Представление) — New York: Russica Publishers, 1987.
•Not only Brodsky: Russian Culture in Portraits and Jokes (He только Бродский: Русская культура в портретах в анекдотах) (M. Volkova ile birlikte) — New York: Слово — Word, 1990.
•Notebooks (Записные книжки) — New York: Слово — Word, 1990.
•Affiliate (Филиал) — New York: Слово — Word, 1990.