Moskova

Moskova

29 Aralık 2010 Çarşamba

Ded Maroz, barış içinde, mutlu, sağlıklı bir yeni yıl diliyor.


Yeni bir yılın arifesindeyiz…

Yoksulu, zengini, orta hallisi; herkes, kendisine, kesesine uygun bir yılbaşı kutlamasının peşinde. Maksat, acısıyla, tatlısıyla her şeyi unutup birkaç saatliğine mutlu olabilmek. Ya sonra!? Sonra hayat kaldığı yerden devam edecek…

Moskova, o ünlü karlı, beyaz görüntüsüne çoktan büründü bile. Hayatı zorlaştırsa da durmaksızın yağan kar insanları mutlu ediyor.

Yılbaşı heyecanı herkesi sardı. Sevdikleriyle nasıl bir yılbaşı geçirileceğinin planları çok önceden yapıldı; hediyeler alındı..

Rusya'da yılbaşı olur da, Ded Maroz’suz olur mu?

Ded Maroz ya da Ayaz Dede, Rusların, Slavların kendi Noel Babalarına verdikleri isim.

Ancak Rusya’da her şey de olduğu gibi Batılılarınkinden farklı. Her ne kadar globalleşmeye ayak uydurmak çabasıyla, görüntüsü her geçen yıl Batılı Noel Babaya benzetilmeye, giysisinin renkleri maviden, kırmızıya dönüştürülmeye çalışılsa da Ded Maroz farklı. Hem kültürü, hem de görüntüsüyle.

Moskova Ded Maroz Okulu Müdürü Aleksandr Frolov, “Rus Ayaz Dede, batıdaki Noel Baba’dan çok farklı. Bizim Ayaz Dedeler daha insancıl, daha sıcakkanlı ve daha neşelidir,” diyor.

Rus çocukları, bu yılbaşında da, hayallerini süsleyen Ded Maroz’un ona eşlik eden torunu Snegurochka’yla birlikte üç atın çektiği geleneksel kızaklı arabası Rus troykasıyla gelip onlara hediyelerini vermesini bekleyecekler. Ve tabii ki umdukları hediyeleri alanlar çok mutlu olacaklar.

Ded Maroz, bu hediyelerin yansıra dünyanın barışı, sevgiyi, mutluluğu hak eden bütün çocuklarına mutlu, huzurlu bir yeni yıl armağan etmek istiyor.

Herkese, ırk, din, dil, milliyet, cinsiyet ayrımı yapmaksızın kardeşçe yaşanan, mutlu, sağlıklı, refah içinde yeni bir yıl dileğiyle!...

28 Aralık 2010 Salı

Dost Ayılar












Rusya'nın uçsuz bucaksız, görkemli doğasında sayısız bitki ve hayvan türüne raslamak mümkün.

İnsanlar, bu görülesi, sevilesi, yaşanası ortamda doğayla hem bir aşk, hem de çetin bir mücadele ilişkisi içinde yaşayıp gidiyorlar.

Haksız bir ifadeyle "vahşi" diye adlandırılan hayvanlarla, bazen en umulmadık anlarda sıkça karşılaşılıyor. İnsanlarla aralarında hoş bir dostluk, sıcak bir arkadaşlık var.

Rusya'nın doğasında ve kültüründe en popüler hayvan türlerinden biri kuşkusuz ayılar. "Ayı" sözcüğü de bizdeki gibi hakareti değil, sevgiyi içeriyor.

Ayılara bazen balık tutarken yanıbaşınızda, bazen karayolunda sizden yiyecek bir şeyler isterken raslamak mümkün.

Vitaly Nikolaenko: Ayılarla konuşan adam














Vitaly Nikolaenko, 7 yıl önce yaşamını yitirmiş ünlü doğa ve hayvan fotoğrafçısı bir Rus.

Nikolaenko, 33 yıl boyunca, tutkusunun peşinde bütün dünyayı dolaştı, binlerce kilometre yürüdü. Onun asıl tutkusuysa kahverengi ayılardı. Onlarla 800 defadan fazla karşılaştı, 12 binden fazla fotoğrafını çekti.

O,kahverengi ayılara yaşamını adadı. Ama ne yazık ki bu hayvanlardan biri 2003 yılında Vitaly Nikolaenko’nun yaşamına son verdi.

Nikolaenko, sonraki yaşamının habercisi olacak kadar canlı, haşarı, günlerini dışarıda, kırlarda, doğaya yakın yerlerde oynayarak geçiren bir çocuktu.. Babasını hiç hatırlamıyordu; çünkü babası 25 milyona yakın Sovyet vatandaşının canını alan o lanet savaşta ölmüştü. 14 yaşında klasik edebiyat eserlerini okumaya başladı. Yaramaz çocukluk dönemi bitip olgunluk dönemi başladı. Daha sonra orduya katıldı. İleriki yıllardaysa kendisini eğitimine adadı.

Çalışkandı, tutkulu ve meraklıydı.

Arkadaşları onu muzip, neşeli, canlı ve kibar biri olarak anımsıyor ve anlatıyorlar. Herkesin sıkıntılı anlarında yardımına koşardı.

Gençliğinde pek çok farklı işe girdi, çıktı. Günün birinde bir ilan gördü ve hayatı değişti. Kamçatka Yarımadası’nda balık işleyicilerine gereksinim vardı. Kararını verdi ve 1965 yılında bir anda kendisini Lavrov Koyunda balıkların arasında buldu. Bir zaman sonraysa bir başka iş için bu işi bıraktı. Bu defa konu turizmdi. Kahverengi ayıların vatanı Geysers Vadisi mekanıydı.

İyi bir rehberdi. İşini ve insanları seviyordu. Kendinden geçerek anlatmaya başladığında turistler can kulağıyla onu dinliyorlardı.

1975 yılında turistik faaliyetlere doğaya zarar verdiği, kirlettiği gerekçesi ile son verildi.

Ancak Vitaly, oralardan kopamadı. Kendisini kahverengi ayıların doğal ortamında onların davranışlarını öğrenmeye ve onlarla ilgili bilgi toplamaya verdi. Bu konudaki uzmanlığı onu dünya çapında ünlü yaptı. Hakkında filmler yapıldı. Paha biçilmez bilgiler, malzemeler topladı. Kamerasını hiç yanından eksik etmedi.
Onun resimleri gerçekten şaşırtıcıydı. İşinin gerçek bir profesyoneliydi. En önemli eserlerinden "Kamçatka Brown Bear" adlı bir fotoğraf albümü ustalığının bir kanıtıdır.

Yöredeki bütün ayılarla aşinaydı. Onları taktığı isimlerle çağırıyordu.
2003 yılında sevgi ve güvenle gereğinden çok fazla yaklaştığı öfkeli, genç bir ayının pençesi canına mal oldu.

O, doğadaki hayvanların, vahşi ve saldırgan olduğu palavrasına inanmazdı. Zaten bilim adamları da boz ayının bu davranışını onun Vitaly’i bir rakip olarak görmesine ve kendi bölgesini koruma içgüdüsüne bağlıyorlar.

Şimdilerde oralara yolu düşenler, Tihaya nehrinin kıyısında Vitaly Nikolaenko için yapılmış anıtı görebilirler.

23 Aralık 2010 Perşembe

Rusya'da eksi 50'de yaşam devam ediyor













Yaşar Niyazbayev,CHA

Rusya'nın bir çok yerinde özellikle merkez ve Sibirya bölgelerinde soğuklar eksi 50 derecelere kadar ulaştı.

Aralık ayı itibari ile dondurucu soğuklar Rusya'nın tamamını etkisi altına aldı. Ülkenin farklı bölgelerinde eksi 20 derecelere ulaşılırken, kuzey bölgesinde eksi 50'lere varan soğuklar görülüyor.

Aşırı soğuklar ile birlikte bazı bölgelerde dersler de iptal edildi. Tuva'da eksi 45 dereceye ulaşan soğuklar nedeni ile 19 kasabada okullar tatil edildi. Tuva'nın bir çok şehir ve kasabasında soğuklar havalar gündüz eksi 41 ile eksi 39 derecelerde seyrediyor.

Krasnoyarsk bölgesinde havalar eksi 36 ile eksi 41 derece arasında değişirken, Buryatya'da soğuklar eksi 35 ve Yakutistan'da soğuklar eksi 50 dereceye kadar ulaştı. Bölgenin en soğuk kasabası Oymyakon'da gündüz havadurumu eksi 54 ve eksi 50 arasında değişiyor. Göçece yaşamın olduğu bölgede ren geyiklerinin koşulduğu kayaklarla ulaşım sağlanıyor.

Arktik antisiklonun hakim olduğu Batı Sibirya ise tamamen buzla kaplandı. Eksi 30 derecenin normal sayıldığı bölgede Novosibirsk, Omsk ve Kemorovo şehirlerinde ve Altay, Hakasya ve Krasnoyarsk bölgelerinde eksi 40 ile eksi 45 derece soğuklar 21 Aralık tarihinden itibaren hakim olmaya devam ediyor.

Olağan Üstü Hal Bakanlığı'nda yapılan açıklamada Irkutsk şehrinde hafta sonu havaların eksi 35 eksi 40 dereceye kadar düşeceğini, ayrıca İrkuts'kun daha kuzeye yakın olan bölgelerde soğukların eksi 50'ye kadar ulaşacağı kaydedildi.

Havadurumunun eksi 6 dereceye yükseldiği Moskova'da soğuklar aralık başında eksi 20'ere kadar ulaşmıştı. St. Petersburg kentinde ise eksi 92lar görülürken, bir kaç gün içinde eksi 14'lerin görülmesi bekleniyor.

Rusya'da Ev Sahibi Olmak Hayal













Rusya, vatandaşlarının ev sahibi olmasının en zor olduğu ülkeler arasında ilk 5 içinde yer alıyor.

EVANS araştırma şirketi araştırmasında, vatandaşlarının ev sahibi olmasının en zor olduğu ülkeler sıralamasında Rusya ilk 5 ülke arasına girmeyi başardı.

Araştırmaya göre, Rusya’da ev sahibi olmanın adeta bir hayal olduğu, Moskova’da ev sahibi olmak isteyen bir Rus vatandaşının 26 yıl 1 ay hiç durmadan çalışması gerektiği belirlendi. Bu oran Moskova dışındaki bölgelerde yaşayan insanlarda ise 20 yıl 8 ay olarak açıklandı.

Halkın gelir ortalaması ve konutların ortalama fiyatlarının göz önüne alındığı araştırmaya göre, Moskova’da yaşayan bir ailenin ortalama yıllık gelirinin 11 bin 615 euro, Moskova dışındaki Rusya’nın diğer bölgelerinde yaşayan insanların yıllık ortalama gelirinin ise 3 bin 80 euro olduğu belirlendi.

Ev sahibi olmak için en çok çalışılması gereken ve ev sahibi olmanın en zor olduğu ülkeler arasında Fas, Pakistan ve Karadağ ülkelerine ilk üçe girdiler. Fas’ta 67.5 yıl, Pakistan’da 40.6 yıl ve Karadağ’da 30 yıl çalışıp para biriktirmek gerekiyor.

Kaynak: http://www.gazetem.ru/

17 Aralık 2010 Cuma

Büyülü Koro

Yenilerde YKB Yayınları arasında yayımlanan okunmasını salık verdiğimiz bir kitabın tanıtım yazısını aşağıda aktarıyoruz. Büyülü Koro, Türkçede şimdiye dek böylesine derli toplu bir inceleme yayımlanmadığı için, önemli bir boşluğu dolduran, alanında bir başvuru kaynağı niteliğinde:

Büyülü Koro

Kategori: Tarih
Yazar: Solomon Volkov
Çeviren: Sabri Gürses
Sayfa: 336
Ölçü: 16.5 x 24 cm
ISBN: 978-975-08-1807-3
YKY'de 1. Baskı: Temmuz 2010

Solomon Volkov Büyülü Koro’da, Tolstoy’dan Gorki’ye, Soljenitsin’den Chagall, Kandinski, Stravinski ve Balanchine’e uzanan Rus Kültürü’nü inceliyor. Kültür-siyaset ilişkisi hiçbir zaman basit olmadığı halde, Volkov, 20. yüzyıl Rusyası’nda kültür ve siyasetin karmaşık ve muazzam biçimde sarmal bir yapı gösterdiğini gözler önüne seriyor: son yüzyılda Çar II. Nikolay rejiminden Gorbaçov’un perestroyka’sına kadar Rusya’da gerçekleşen çeşitli siyasal hareketlerin Rusya’daki kültür çevrelerini nasıl etkilediğini mercek altına alıyor. Tarihin akılda kalan, derin izler bırakan bir döneminin insana dair hikâyesini basit, doğrudan ama etkili bir anlatımla aktarırken, XX. yüzyıl Rus kültür tarihinin büyük geçit törenine büyülü bir çağrı sunuyor.
Kültür ve politika hiçbir zaman birbirinden ayrılmamıştır ve ayrılmayacaktır (tersine inananlar da politik bir açıklama yapmaktadır). Bunun parlak ve trajik bir örneği Rus kültürünün XX. yüzyıldaki kaderidir: İnsanlık, böylesine büyük bir ülkenin, yıkıcı savaşlardan, sarsıcı bir devrimden ve şiddetli bir terörden geçmiş bir ülkenin topraklarında, kültür yaşamının çok uzun bir süre bütünüyle politikleştirilmesine yönelik kasıtlı bir deneyi belki de, tarihte ilk kez gerçekleştirdi.
Bu kitap tam da bunu anlatıyor ve bütün dillerde kendi türünde ilk kitaptır: Rusya’da geçmiş yüzyılda çeşitli alanlarda yaşanan kültürel ve politik etkileşim üzerine çalışmalar gün geçtikçe artıyor, ama bu sorunun birleştirilmiş bir sunumu bugüne dek yapılmadı.
Liderler ve kültür – bu konu beni Sovyet dönemindeki çocukluğumdan beri etkilemiştir. İlk koleksiyonum gençlik yılları için sıradan şeyler olan oyuncak askerlerden ya da posta pullarından değil, Yosef Stalin 1953 yılının Mart ayında öldükten sonra gazetelerde yayımlanan ve merhum diktatörü kültür adamlarıyla, Maksim Gorki ya da Moskova Sanat Tiyatrosu’ndaki sanatçılar gibi kişilerle gösteren resimlerden oluşuyordu. İşte bu çalışmanın psikolojik kökleri bu kadar geçmişe uzanıyor. Ve daha sonra da, bir gazeteci olarak, Sovyet Besteciler Birliği üyesi, Sovyetskaya Muzika (Sovyet Müziği) dergisinin eski bir editörü ve ulusal kültürün önde gelen birçok kişisiyle görüşen biri olarak, sürekli onun politik yönleriyle, o zamanlar en önemli şey sayılan yönleriyle ilgilendim. Tanık olduğum bu sıcak gerçeklik duygusunu burada da aktarmaya çalışacağım.
Bu tarihin bir başka önemli özelliği de, yazarın, müzik, bale, tiyatro, sanat piyasası sorunları gibi Rus kültürü için bütünleşik olan, ama başka tarihçilerin kısmen “çevresinden dolandığı,” yardımcılarının desteğine başvurduğu ve bu sırada sayısız kaba saba hatalar yaptığı sorunlara, eğitimi ve ilgileri nedeniyle çok yakın olmasıdır. Herhalde, diğer tarihçiler bütün bu besteciler, dansçılar, ressamlarla çok fazla ilgilenmemektedir.
Okurun da göreceği gibi, benim için Nikolay Rimski-Korsakov (ve onun öğrencileri İgor Stravinski ve Sergey Prokofyev), Mihail Vrubel, Mihail Fokin, Fedor Şalyapin, Pavel Filonov, Andrey Tarkovski, Alfred Şnitke gibi ustalar, Moskova Sanat Tiyatrosu, yüzyıl başındaki dinsel müzikteki “yeni eğilim,” Dyagilyev’in “Rus sezonları,” Rus avangardının “amazonları” (ve hâlâ yeterince incelenmemiş olan “ikinci avangard”) gibi kültürel dönüm noktaları da önemli. Bütün bu edebi olguları politik ve sosyal bir bağlama yerleştiriyorum. Anna Ahmatova’nın geniş çağrışımlar uyandıran metaforik bir betimlemesini kullanacak olursak, bu sıradışı güce ve güzelliğe sahip sesler bir araya gelerek bir “Büyülü Koro” oluşturuyorlar.
Ama Rusya’nın –Batı’da onun hakkında böyle düşünülmese bile– sözmerkezci bir ülke olduğunu, bu yüzden de kültür yaşamının ana sahnesinde doğal olarak, Lev Tolstoy, Maksim Gorki ve Aleksandr Soljenitsin gibi yazarların bulunduğunu unutmak güç. Bunların her biri kendince, daha sonraları Soljenitsin’in bir aforizmasında kristalleşecek olan bir fikri, Rusya’da büyük yazarın ikinci bir hükümet olduğu fikrini gerçekleştirmeye yöneldi. İktidarı etkilemeye çalıştılar, bu sırada iktidar da onları yönlendirmeye çalıştı. Bu devlerin hiçbiri kendi programını tümüyle gerçekleştirmeyi başaramadı, ama üçü de kendi kişisel politikleşmiş mitlerini yarattı ve Rusya’nın toplumsal yaşamında onların mitlerinin oynadığı büyük rolü tam olarak değerlendirmek imkânsızdır. Politik karışıklıklar geçmiş yüzyılın Rus kültürünün rezonansını birçok kez güçlendirdi, ama ayrıca Rus kültürü bunun bedelini fazlasıyla ödedi: Sayısız ölü, mahvolan hayatlar ve sanatsal felaketler. Yetmiş yıl süresince Demir Perde onu metropol ve göçmen (émigré) diye iki parçaya ayırdı. Bu parçalar çok yakın bir zamanda yakınlaşmaya başladı ve bu karmaşık, acılı süreç de kitabımda yer almaktadır. Rus kültürünün başka bir hastalıklı ideolojik bölünmesi olan “şehirliler” ve “köylüler” bölünmesi de bütün XX. yüzyılı katederek bugüne dek uzandı. Bazen çağdaş Rusya’nın bu çatışması hâlâ yükseliyormuş, düşman taraflar arasında herhangi bir zengin diyalogu olanaksız kılıyormuş gibi görünüyor.

16 Aralık 2010 Perşembe

Rus Çarının özel fotografçısının tarihe ışık tutan renkli fotoları....














Rus çarının özel fotoğrafçısı Sergei Mikhailovich Prokudin-Gorskii (1863-1944) 1909 ve 1910 yıllarında kendi geliştirdiği bir yöntemle, daha renkli fotoğraf tekniği geliştirilmeden önce renkli resimler çekti ve bunlar günümüze ulaştı!

Objeyi kıpırdatmadan arka arkaya 3 defa mavi, kırmızı ve yeşil filtrelerle çektiği resimleri özel banyolarda yıkadı ve tek renkli çıkan bu şeffaf filmleri üstüste koyarak renkli saydamlar elde etti. Bunlar günümüzde renkli fotoğraf kağıdına basılabiliyor. O günlerde ise ancak saydamları projektörle görülebiliyordu.

Bir örneği yukarıda olan resimlerden daha fazlasını görebilmek için aşağıdaki linki ziyaret etmek yeterli:

http://www.boston.com/bigpicture/2010/08/russia_in_color_a_century_ago.html

15 Aralık 2010 Çarşamba

Doktor Jivago ve Ömer Şerif’in Hülyalı Gözleri

Doktor Jivago’nun hiç unutamadığım filmler arasında önemli bir yeri var. Kitabı da almıştım, ama malum filmini seyrettikten sonra kitabı okumak pek olmuyor.

Bir arkadaşım mesajında bahsediyor:
"Geçenlerde radyoda dinledim, Dr. Jivago'nun ilk İngilizce çevirisi 3 ayda yapılmış, 1958 yılında… Tabii ki herkes gibi ben de kitabi okumak zahmetinde bulunmadım… Şimdi bir Rus-Amerika'lı karıkoca ilk kez kitabın tamamını İngilizceye çevirmişler, iki yıllarını almış bu proje. (haber için: http://www.wnyc.org/shows/fishko/2010/dec/10/) Özellikle kitaptaki şiirleri çevirmenin güçlüğü ve keyfi üstüne konuştular. Rusça'dan İngilizce’ye başka çeviriler de yapmış olan çift şöyle çalışıyormuş: Önce Rus kadın satır satır, kelime kelime İngilizceye çeviriyor, sonra Amerikalı kocası ile beraber sayfa sayfa üstünden geçiyorlarmış. İdeal çeviri yöntemi bu olsa gerek... Bu kez okuyacağım kitabı ama önce karşıma bir Ömer Şerif posteri asacağım yine de :-)!...”

O dönemin tarihini Ömer Şerif'in gözlerinden sökmeye çalışmak pek doğru değil, ancak yine de bu ne filmin, ne de Pasternak'ın değerini eksiltir.

Doktor Jivago, Sovyet yazarı Boris Pasternak'ın (1890-1960) Rus Devrimi sırasında geçen ünlü romanın adı...

Yazarın 1956'da Noviy Mir Dergisi'ne gönderdiği ilk romanı Doktor Jivago, SSCB resmi görüşüne uygun yazılmadığı gerekçesiyle reddedilmiş.

1957'de ilk kez İtalya'ya gizlice kaçırılan roman, burada hem Rusça hem de İtalyanca olarak aynı anda yayımlandı.

Ertesi yıl da İngilizce basılan "Doktor Jivago" kısa sürede çeşitli dillere çevrilerek bütün dünyada yaygın bir üne sahip oldu.

Pasternak, 1958 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görüldü. Ancak, yapılan baskılar sonucu ödülü geri çevirmek zorunda kaldı. SSCB'de uzun yıllar yasak olan roman, 1985 sonrasında Rusya’da da yayımlanabildi.

2007'nin ilk günlerinde İngiliz gazetesi The Sunday Times, bir Rus araştırmacıya dayandırdığı haberinde Pasternak'ın Nobel Ödülü almasında İngiliz ve Amerikan gizili servislerinin rolü olduğu iddiasını ileri sürdü. Gazete, bu iddiasını, Moskovalı araştırmacı Ivan Tolstoy’un yeni kitabına dayandırıyordu. Habere göre, Pasternak'ın Doktor Jivago romanının batılı arkadaşlarına yolladığı kopyalarından bir tanesi Malta'da ele geçirildi. Bu kopyalardan birini taşıyan uçak Malta’da inişe zorlandı ve yolcular beklerken CIA ajanları kitabın sayfalarını fotoğrafladı. Ve CIA eşzamanlı olarak Avrupa'nın birçok merkezinde Doktor Jivago'yu Rusça olarak bastırttı. Gazetenin iddiasına göre bu operasyon, romanı yasaklayan Sovyet yönetimini küçük düşürmek için planlandı.

Aynı haberde 1958 yılının ödülünü belirleme sürecinde ellerinde ‘Doktor Jivago’yu buluveren Nobel Edebiyat Jürisi’nin şaşırıp kaldığı da yazıldı.

Boris Pasternak, 1958 yılında ödülü önce kabul etmiş, daha sonra ise ülkesinin (SSCB) yetkilileri tarafından ödülü geri vermeye zorlanmıştı.

Bu durumdan olumsuz etkilenen ve içlenen Pasternak, Ataol Behramoğlu'nun dilimize kazandırdığı aşağıdaki şiiri yazmıştı:

NOBEL ÖDÜLÜ

Bitkinim, izlenen bir hayvan gibi
Gürültü, şamata ardımsıra.
Bir yerlerde insanlar, özgürlük, aydınlık
Bir çıkış yolum yok dışarıya.

Kara bir orman ve göl kıyısı
Devrik bir köknar kütüğü karşımda
Yolum kesilmiş dört bir yandan
Olsun artık ne olacaksa.

Ne yaptım, işlediğim suç ne,
Katil miyim, mücrim miyim ben?
Ülkemin güzelliği üstüne şiirlerimle
Ben değil miyim dünyaya göz yaşı döktüren.

Yine de, çok az kala ölümüme
Gelecek bir zamana inanıyorum.
Alçaklığı ve kötülüğü
Aşacağına iyilik ruhunun.


Peki, bu kadar uluslar arası siyasi çekişmeye, entrikaya neden olan romanın konusu neydi?

Rusya'da 1917 Ekim Devrimi ve hemen sonrasında patlak veren Rus İç Savaşı (1917-1922) sırasında geçen roman, adını kahramanı şair doktor Yuri Jivago'dan almıştı. Arka planında bu siyasi çalkantıların bütün detaylarıyla anlatıldığı bu destansı romanın ön planında da iki kadın arasında kalıp sadakat ve ihtiras arasında bocalayan, hayatının kontrolü kendi elinden alınmış ve savaşın parçaladığı yokluklarla dolu bir ülkede oradan oraya sürüklenen aynı zamanda şair bir tıp doktorunun dramı anlatılıyordu.

Pasternak'ın romanı 1965 yılında ünlü yönetmen David Lean tarafından filme alındı. 3,5 saat uzunluğundaki bu kapsamlı epik filmde Ömer Şerif, Julie Christie, Geraldine Chaplin, Rod Steiger, Alec Guinness ve Tom Courtenay başrolleri paylaşmışlardı. Yapımcılığını Carlo Ponti'nin üstlendiği filmin Oscar, Altın Küre ve Grammy ödüllü özgün müziklerini Maurice Jarre bestelemişti. Film 10 dalda birden aday gösterildiği Oscar ödüllerinden "en iyi uyarlama senaryo", "en iyi görüntü yönetimi", "en iyi sanat yönetimi", "en iyi kostüm" ve "en iyi orijinal şarkı" dallarında olmak üzere beşini kazandı.

Sovyet yazarı Boris Pasternak'ın kendi ülkesinde yayımlatamadığı için kaçak olarak yurt dışına çıkartıp ilk kez 1957 yılında İtalya'da bastırttığı romanı Doktor Jivago, David Lean'in epik sinema uyarlaması dışında üç kez daha filme çekilmiştir.


7 Aralık 2010 Salı

Tarihten bir arşiv notu: Bu Martin de ne ola?














Galkıdavemiş aman aman
Martinimin galeyi
Bozulur mu Zeybeklerin
Hayd efem de aleyiiiii hey


Atma bre Debreli Hasan deyip anlattığımız Debrelinin ateş edip dağları inlettiği ve sesini Drama mahpusunda yatan dostlarına dinlettiği tüfeğin işte en hakiki hikayesi...

Debreli Hasan’ın ateş edip dağları inlettiği ve sesini Drama mahpusunda yatan dostlarına dinlettiği veya Hekimoğlu isimli eşkıyanın kendi nesli için aynalısını yaptırdığı tüfeğin hakiki adı “Peabody-Martini-Henry” aslında. Biz “martin” deyip işin içinden sıyrılıvermişiz.

Bu tüfeklerden günümüzde Anadolu’da tek tük de olsa rastladığımız üzerinde Sultan Abdülaziz Hanın tuğrası bulunan modellerinin ilginç bir öyküsü var. Bu öykü Amerika’da başlayıp Rumeli’ne oradan Sibirya’ya ve oradan da Japonya’ya kadar uzanıyor.

1850’li yıllarda ordusunun tüfek ihtiyacını başta İngiltere Fransa ve Belçika olmak üzere Avrupa ülkelerinden karşılayan Osmanlı devleti iç savaş (1861-1865) sırasında silah sanayisi çok gelişen ABD’ne yöneldi.

İç savaşın başlarında Kuzeyliler ve Güneyliler ağızdan dolma tüfekler ile çarpışırken savaşın son yılında Kuzeyliler seri atışlı Henry tüfeklerini kullanmaya başladılar. Güneyliler bu tüfekleri “Akşamdan doldurulup bütün gün ateş eden lanet Yankee tüfeği!” diye tanımlıyordu.

Ancak bu tüfeklerden sadece 10.000 tane üretilip Kuzey ordusuna verilebildi. Savaş Kuzeyin zaferi ile bittiği için artık yeni silahlara ihtiyaç yoktu. Yenik Güney ordusu dağıtıldı, zaferi kazanıp ABD’nin birliğini yeniden sağlayan Kuzey ordusu ise ufaltıldı. Osmanlı devletinin aksine zayıf ve zararsız komşulara sahip ABD’nin büyük bir orduya ihtiyacı olmadığı gibi tek uğraşı artık Kızılderilileri katletmekten ibaret olan bu ordunun bu işi için modern silahlara ihtiyacı yoktu.

İşte tam bu sırada Osmanlılar ortaya çıktı. Henry tüfeğinin daha geliştirilmiş bir modeli olan ve artık Winchester adını alan tüfekler için 1866’da ilk sipariş verildi. Seri atışlı 44 kalibrelik ve 200 metreye yakın etkili menzili olan bu tüfekler 93 Harbi (1877-1878) sırasında Osmanlı süvarilerince kullanıldı. Tüfekler özel olarak Osmanlı devleti için üretildiğinden nişangahlarındaki rakamlar Arapça kazınmıştı.

"kara çadır is mi tutar
martin tüfek pas mı tutar
ağlayanım anam babam
Osmanlılar yas mı tutar?"

Ancak Osmanlı devletinin uzun menzilli bir piyade tüfeğine ihtiyacı vardı. Bu konuda gerekli incelemeleri yapmak için Albay Rüstem Bey başkanlığında bir heyet 1869 yılında ABD’ne gönderildi. Bunu diğer heyetler izledi ve sonunda ABD’nde üretimine yeni başlanan ve aynı anda benzer bir modeli de İngiltere’de İngiliz ordusu için üretilen “Peabody-Martini-Henry” veya bizdeki söylenişi ile “martin” tüfeklerinin alımına karar verildi.

Martin tüfekleri 1.300 metreye ulaşan etkili menzilleri kalitesi ve kullanım kolaylığı bakımından Osmanlı devletinin en büyük rakibi olan Rus ordusunda kullanılan benzer kategorideki 1867 model Krnka ve 1868 model Berdan tüfeklerinden daha üstün durumdaydı.

1871 yılında Amerikalı silah üreticisi ile kontrat yapıldı. Martin tüfeğinin tanesine 1500 dolar ödenecekti ayrıca her bir süngü için de 125 dolar daha ödenecekti. Böylece tüfeklerin tanesi 1625 dolara geliyordu. 1872 yılından başlamak üzere beş yıllık bir süre içerisinde 50.000 tanesi Mısır Hıdivi İsmail Paşanın hediyesi olmak üzere 600.000 adetten fazla Martin tüfeği Osmanlı ordusuna verildi. Bu tüfekler de Osmanlı ordusu için özel olarak üretildiği için nişangahlarındaki rakamlar Arapça kazınmıştı. Ayrıca tüfeklerin sağ gövdesinde Osmanlı Sultanı Abdülaziz Hanın tuğrası ve onun altında da tüfeklerin seri numaraları (yine Arapça) kazınmıştı.

93 Harbi (1877-1878) sırasında Martin tüfekleri görevlerini başarı ile yaptılar ama Plevne Savaşı sonunda 50.000 tanesi ve Kars Kalesinin düşmesi sonucu 40.000 tanesi Rus ordusunun eline geçti. Rus generaller bazılarının “Düşman silahı kullanmak şerefsizliktir!” laflarına bakmayıp kendi ellerindeki tüfeklerden daha üstün olan Martin tüfekleri ile askerlerini silahlandırdılar. 1904-1905 Rus-Japon Savaşı sırasında Sibirya’daki bazı Rus birliklerinde hala bu silahlar vardı.
Ruslar ellerine geçen Türk Martinlerinin 9000 tanesini de 1882 yılında Japonlara sattılar. Japonlar bu tüfeklerin üzerine İmparatorlarının mührünü kazıdılar, nişangahtaki Arapça rakamların üzerine de Japonca rakamlar kazındı. Japonya ABD’ne saldırmadan bir yıl öncesine 1940 yılına kadar bu tüfekler Japon Askeri Okullarında kullanılmaktaydı.

Osmanlılar ise kısa süre sonra Almanya’dan son model Mauser (Mavzer) tüfekleri almaya başladılar. Birliklere yeni Mauserler gönderildikçe artık modası geçmeye başlayan Martinler depolara konulmaya başladı.

1890’ların başında Ermeni ayaklanması başlayınca asi Ermeni çeteleri ile mücadele amacı ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Hamidiye Alayları kuruldu. Depolardaki Martin tüfekleri yeni oluşturulan bu birliklere dağıtıldı. Bugün Anadolu’da tek tük de olsa rastladığımız Martin tüfekleri büyük olasılık ile Hamidiye Alaylarını oluşturan gönüllü yöre halkına dağıtılan silahlardır.

Yakında tek tük olsa bile rastlayamayacağız onlara.

Ama şu türkü hep kalacak:

At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin