Moskova

Moskova

29 Eylül 2010 Çarşamba

Yemek kitapları artık Puşkin'in eserlerinden çok okunuyor!..














Gazeta gazetesinin yaptığı bir araştırma, aslında uzun süredir gözlemlenen bir olguyu yeniden gözler önüne serdi. Buna göre, Moskova başta büyük kentlerde yaşayanlar Rus klasik eserlerini giderek daha az okuyor.

Araştırmaya katılanların yüzde 83’ü “ Suç ve Ceza”yı, yüzde 82’si “Yevgeniy Onegin”I, yüzde 71’I “Savaş ve Barış”I, yüzde 56’sı “ Oblomov”u okuduklarını söylüyor. Ancak, çok bilinen bu klasiklerin dışında kalanlar ünlü eserleri bilen ya da okuyanların sayısı azalıyor. Örneğin, Dosteyevski’nin “Yoksulları”ını okuduğunu ya da adını duyduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 35’e kadar düşüyor. Nobukov’un “Lolita”sını okuyanların oranı ise sadece yüzde 26.

Batı edebiyat dünyasının klasikleri açısından da durum fazla parlak değil. Örneğin, George Orwell’in “kült “ eseri “1984”ü araştırmaya katılanların sadece yüzde 7. 5’I okumuş. G.Marquez’in “ Yüz Yıllık Yalnızlık” eserinde de durum fazla parlak değil: Yüzde 15. Hamlet de yaklaşık olarak aynı oranda kişi tarafından okunmuş. “Muhtelem Gatsby”nin bilinme oranı yüzde 10’un altında.

Yine aynı gazetenin aktardığı bir diğer araştırmaya göre, 1996 yılında her gün düzenli olarak kitap okuduğunu söyleyen yüzde 31’lik kesim bugün yüzde 22’ye gerilemiş durumda. Yüzde 77’lik kesim ise çok ender olarak, ya da zaman zaman kitap okuduğunu söylüyor.

Gazeta, konuyla ilgili haberini “ Ruslar Puşkin yerine yemek kitaplarını okuyor!” başlığıyla duyurdu.

Kaynak : http://www.moskovalife.com/

28 Eylül 2010 Salı

Moskova'ya gelen turist sayısı artıyor.













2010 yılının ilk yarısında Moskova’yı ziyaret eden turistlerin sayısı geçtiğimiz yılın aynı yarısıyla kıyaslandığında %18,4 arttı.

Moskova Turizm Komitesi Başkanı Grigoriy Antyufeyev, her ülkede turizmin gelişiminin giriş yapan turist sayısıyla belirlendiğini ifade ederken, Başkent için bu oranın her sene %10-15 arasında arttığını bildirdi. Antyufeyev, 2009’daki ekonomik krize rağmen 2010’un ilk yarısı itibariyle geçen yılın ilk altı ayıyla karşılaştırıldığında Moskova’daki turist sayısında %18,4 artış belirlendiğini belirtti.

Turizm Komitesi Başkanı turistlerin şehirde bıraktıkları paranın Başkent bütçesinin %7’sini oluşturduğunu, yeni çalışma alanları ve Moskovalıların yaşam standartlarının arttırılmasına yardım olduğunu söyledi.

2009 yılının ikinci çeyreğinden bu yana Moskova’ya gelen turist kafilelerindeki azalma dururken ekonomik kriz öncesi duruma dönülmeye başlandı. Antyufeyev, Moskova’yı ziyaret eden turistlerin ülkelerinde ilk altı sırayı Almanya, Fransa, Amerika, Çin, İtalya ve Büyük Britanya’nın aldığını bildirdi.

2010’un ilk yarısında 2009’un ilk yarısına göre uzak ülkelerden gelen ve Başkenti ziyaret eden Japon turistlerin sayısının %26, İsraillilerin %17,5, Çinlilerin %12,6 büyüdüğü açıklandı.

Anyufeyev, Almanların Moskova’yı %12,2, İtalyanların %18,6,Fransızların %8,5, Büyük Britanya’nın %3,5 yükseldiğini belirtirken son sekiz yıl boyunca Alman turistlerin Başkente gelenler arasında birinci sırada yer aldığını söyledi. Alman turistlerin sayısının 2009’un ilk yarısında %12 azaldığını ve yıl sonunda sadece %4,8 olduğunu ifade eden Moskova Turizm Komitesi Başkanı, komşu ülkelerden gelen turist sayısında ilk beşi Özbekistan, Tacikistan, Ermenistan, Ukrayna ve Azerbaycan vatandaşlarının oluşturduğunu kaydetti.

Moskova, dünyada otel fiyatlarının en yüksek olduğu şehirlerden biri.

Moskova Turizm Komitesi Başkanı Grigoriy Antyufeyev yakınlarda gerçekleştirilen bir basın konferansında Moskova otellerindeki gecelik fiyatın düşebileceğini ama yüksek oranda bir düşüş yaşanmayacağını belirtti.
Moskova, seyahat edenlere göre dünyanın en pahalı on şehrinden biri olarak görülüyor. Online otel rezervasyonu servisi sağlayan internet sitesi Hotel.info’ya göre Başkent Moskova Temmuz 2009-2010 tarihleri arasında gecelik konaklama fiyatlarında (gecelik 134,09 Euro) ile en fazla düşüşü yaşayan ülkeler arasında birinci sırada yer alıyor.

Antyufeyev, ne kadar çok otel inşa ederlerse otellerin fiyat politikalarının da o ölçüde düşeceğini belirtirken, yine de ani bir düşüş beklemediklerini söyledi.

Turizm Komitesi Başkanı, turistlere Moskova’nın pek çok mega şehre göre oldukça ucuz olduğunun garantisini verirken, pahalı otellerin yanında gecelik fiyatı 1600 ile 1800 ruble arası değişen yaklaşık 40 Euro’ya konaklamanın da sağlanabileceğini ifade etti.

Antyufeyev, Moskova’nın ulaşım açısından en ucuz şehir olduğunu, herhangi bir metropolde bu fiyata metroyu kullanılmadığını söyledi.
Moskova Valisinin önerisiyle günlük fiyatın 800-1000 ruble civarında olması planlanan hostellerin de hazırlık aşamasında olduğunu söyleyen Antyufeyev, odaların 6-8 kişilik olacağını ve genelde öğrencilere hitap edeceğini belirtti.

24 Eylül 2010 Cuma

Moskova’nın 5 popüler birahanesi














İnternet sitesi Vashdosug’un belirlediği 5 yer şöyle:

1- Burgomistr. Teatralnıy Ploşad 5/2. Metro Ploşad Revolutsii.
www.burgermeister.ru.

2-Pivnaya 01. Prospekt Vernadskovo 6/3 Metro: Universitet.
www.pivnaya01.ru.

3 –Prajeçka. Ul.Marşaia Vasilevskogo 17 Metro: Şçukinskaya, Ul.Borontsovksaya 35B Korpus 2 Metro Proleterskaya.
www.prazeckarest.ru.

4-Ştolnaya. Ul. Zatsepskiy Val 6/13. Metro: Paveletskaya.
www.shtolnya.com.

5-Amigo Migel. Leningradskiy Prospekt 47. Metro: Aeroport.
www.total-group.ru.

Kaynak :http://www.moskovalife.com/

22 Eylül 2010 Çarşamba

Demiryolu/Karayolu

Soli Özel
Habertürk










Yaroslavl, RUSYA

Moskova’dan Yaroslavl’a demiryolundan giderken eski Rusya’nın içinden geçtik. Dönerken kullandığımız otoyolda, apaçık belliydi ki yeni Rusya’daydık. Eskimiş raylar, yavaş trenler, dökülen istasyonlarla, şahane asfaltlı geniş yollar, bunları kullanan çoğu son model araçlar esaslı bir tezat teşkil ediyordu.

Yaklaşık dört saatlik tren yolculuğu boyunca geçtiğimiz köy ve şehirlerin bize görünen yüzünde kırsal yoksulluk kadar sanayisizleşmenin getirdiği fakirliğin ve kentsel çöküşün izleri belirgindi.
Bır dönem Rusya’nın başkenti olmuş Volga üzerindeki Yaroslavl’ın nehir kıyısındaki caddeleri, tarihi bölgeleri yıpranmış bir güzelliğe sahip. 600 bin nüfuslu kent cuma akşamı bininci kuruluş yıldönümünü kutladı.

Tarihsel kimliğinin ötesinde Yaroslavl kentinin bugünkü asıl önemi şekillenmesi istenen yeni Rusya’nın zihinsel hazırlıklarının yapıldığı iki yerden birisi olması. Şehir dünyanın dört bucağından gelen yüzlerce katılımcıya Dünya Politika Forumu adlı konferansla ev sahipliğini yapıyor. Forum Cumhurbaşkanı Medvedev’in himayesinde düzenleniyor. Konferansın konuları 21. yüzyılın devletinin yapılanması ve demokrasinin geleceğiydi. Konukların hatırı sayılır bir kısmı Rusya’nın geleceğinin tartışıldığı bir diğer toplantıdan gelmişti. Valday’da yapılan o toplantı ise Başbakan Putin’in himayesinde düzenlenmişti.

Rusya’da siyasi sistemin tepesindeki bu iki güçlü şahsiyetin ayrı ayrı konferanslara hamilik yapması iki farklı Rusya vizyonunun varlığına işaret ediyordu. Yaroslavl’daki Rus katılımcıların görüşü Putin ve Medvedev’in alternatif Rusya’ların sözcüleri olduğuydu. Toplantı için hazırlanmış “Rus demokrasisi: Sürdürülebilirlikten yenilenmeye” başlıklı mükemmel rapor, Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraki yirmi yılını güzel özetliyordu. Raporun tabiriyle “çeşitli kabileler” devleti paylaşmış ve çağın en büyük soygunlarından birisi devlet mallarının özelleştirilmesi, ekonomik imtiyazların dağıtılması sırasında yaşanmıştı.
Putin bu şartlarda devlet başkanı olmuştu. Devlet otoritesini yeniden tesis edip, kabileleri zapturapt altına almış, istikrarı sağlamış, devlet şiddetinin dozunu epeyce artırıp Çeçenistan’ı bastırmıştı.

Sonuçta demokrasiden uzaklaşılmış, ama nispeten istikrarlı ve düzenin oturduğu bir Rusya şekillenmişti. 2000’li yıllarda petrol ve gaz fiyatlarının yüksek olması Rusya’nın mali durumunu da düzeltmiş, dış politikada Moskova’nın ağırlık koymaya başlamasına imkân tanımıştı. Putin böyle bir bağlamda Münih konuşmasını yaparak ABD’ye meydan okumuştu.

Putin’in başarısı aslında yeni dönemin koşullarını hazırladı. Rusya artık, Medvedev’in deyişiyle modernleşmeye ağırlık vermeliydi. Kimliğinin Avrupalılık boyutu daha fazla ön plana çıkmalıydı. Bu Rusya yalnızca enerji ihracatına yaslanmayacak, bilgi toplumuna uyum sağlayacak, bunun için gerekli idari ve siyasi reformları yapacaktı. Bu nedenle de demokratik dönüşümü gerçekleştirmesi gerekiyordu.

Yaroslavl Konferansı bu yönelimin entelektüel platformunu oluşturuyor. Medvedev bu yolla Rusya ile dünya arasında daha sağlıklı, jeopolitik rekabet ve mücadeleyle sınırlı olmayan bir etkileşim, iletişim, diyalog başlatmayı amaçlıyor.

Başkan Medvedev görünüşü, kıyafeti, yaptığı konuşma ve konuşmasının içeriğiyle konferans sırasında bu vizyona uygun bir profil çizdi. Onun şahsında yeni bir Rusya’nın şekillenebileceğine kolaylıkla ikna olabilir insan. Ancak kendisi de önündeki engellerin zor aşılacağının bilincinde.
Medvedev’in modernleşme/demokratikleşme projesi başarılı olursa Avrasya güvenlik mimarisi de bugünkünden çok farklı tarzda şekillenecektir.

Rusya’da gaz çok, ama gaz yok…

Hakan Aksay
Birgün
















Rusya’da “ısınma mevsimi” başlıyor. Bugünlerde sona erecek pastırma yazı sonrasında etkisi 6-7, hatta 8 ay kadar sürecek olan soğuklar başlayacak.

Isınma demek yakıt demek. Adaaam sen de, diyebilirsiniz, Rusya’da da bu sorun mu! Adamlar doğalgaz şampiyonu! Bütün dünyaya yüksek fiyatlarla gaz veriyorlar. Hatta bazen gazı kesme tehdidi ile ortalığı sarsıyorlar. Yüzlerce milyonluk coğrafyalara gaz ihraç eden bu koca ülke için, 140 milyonluk iç pazarın ihtiyacını karşılamak da iş mi?

Yanılıyorsunuz. İç pazar ucuz, yerli tüketici parasız. Onun için gaz yatırımlarının çoğu dışarıya yapılıyor: Mavi Akım, Güney Akımı, Kuzey Akımı…

Rusya’daki yerleşim bölgelerinin üçte birinde gaz yok. Köylerin neredeyse yarısı gaz nedir bilmiyor. Gazprom, “5-6 yılda hallederiz” diyor. Ama bugünkü durum bu: Doğalgaz imparatorluğunda on milyonlarca insan doğalgazın yolunu gözlüyor.

“Büyük devlet” olmak böyle bir şey bazen. Dünyaya hükmetmeye çalışırken içerdeki vatandaşı geri plana itmek…

Bizde de öyle değil mi: Bir taraftan dünyanın en büyük 16. ekonomisi, uğrunda nice mücadeleler verilen bölge liderliği hedefi; öteki taraftan çözümü ertelenen onca ekonomik ve sosyal sorun…

“Büyük devlet” olmak zor iş! Herkesin aklı ermez bu işe!..

Türk olmak, Rus olmak ve 'dünya vatandaşı' olmak

Artık ara sıra misafiri olduğum Moskova’ya geldiğimde iki ana işim var. Biri, buraya geliş nedeni olan işlerimi yapmak… İkincisi, kendimi dinlemek, yirmi yıllık “Moskovalılık” dönemimle bugünkü hislerimi karşılaştırmak, nereden gelip nereye gittiğimi ve mutluluk haritasının neresine düştüğümü kurcalamak...

Memlekete dönüş sonrasında daha bir yıl bile geçmedi. Türkiye ile tümüyle kaynaşma duygusu için henüz erken, ama Rusya’dan uzaklaşma izlenimi için artık yeterli. Yani bir tür “ortada kalmışlık”. Ama bu her zaman “bocalama” anlamına gelmiyor, keyfi çıkarılacak bir “dışarıdan bakma ayrıcalığı” da tanıyor insana.

* * *

Türkiye’de karşılaştığım arkadaşlar sık sık aynı soruları soruyor:

- Döndüğüne pişman mısın?

- Uyum sorunu yaşıyor musun?

Rusya seyahatlerimde gördüklerimin soruları da bir başka ilginç:

- Ne oldu, Rusya’ya döndün mü tekrar?

- Moskova’yı özlüyor musun?

Ve verdiğim cevaplar ne onları ne ötekileri tatmin ediyor sanki. Benden hep olumsuz bir şeyler duymak ister gibiler. Çünkü “dönenler” genellikle mutsuz oluyormuş, bu ülkede mutlu olmanın imkânı yokmuş…

* * *

Ben ne bir cennetten çıktım, ne de bir cennete girdim. Hem Rusya, hem de Türkiye, insanı canından bezdirebilecek sorunlar açısından maalesef çok zengin.

İkisi de benim vatanım. Ama ikisine karşı fanatik bağlarla bağlı değilim. Her ikisinin de hoşlandığım ve tepki duyduğum tarafları var.

Yakın arkadaşım diyemeyeceğim bazı tanıdıkların yorumları daha bir yüzeysel:

- Sonunda memlekete döndün. Zaten herkes sonunda memleketine döner. İnsan ancak doğduğu ve geleneğini-göreneğini bildiği yerlerde mutlu olabilir!

Hiç de değil! Dünyada yüz milyonlarca insan kendi memleketinde yaşamıyor. Hepsi daha iyi bir hayat arayışında. Bu neden bir başka ülkede olmasın? Belki de çok uzak bir ülkede…

“İnsan doğduğu değil, doyduğu yerde…” diyorlar ya; doymayı açlık duygusunu gidermenin çok ötesine de taşıyabiliyorsak, söylenilen doğru.

* * *

Benim yakın bir arkadaşım İsveç’te yaşıyor. Bir başkası Kanada’da. Anlattıklarına göre, oralardaki hayat çok daha insanca. Neden o ülkelerde yaşamasınlar? Neden onlara memlekete dönmediler diye “vatan haini” muamelesi yapalım?

Üstelik insan, yaşadığı her yerde kendisi ve başkaları için daha iyi bir hayat mücadelesi verebilir.

Bunun için illa Türk, Rus, Kürt veya Amerikalı olmak şart değil.

“Dünya vatandaşı”olmak yeter!..

Ne yazık ki bunu anlatabilmek şöyle dursun, söyleyebilmek bile neredeyse cesaret meselesi. Çünkü herkeste bir milliyetçilik, içi boş bir “vatanseverlik söylemi”, sağcısında da solcusunda da öylesine yerel bir sıkışmışlık, dünyaya kapalılık!..

* * *

İki iş görüşmesi arasında Moskova sokaklarında geçmişimi arar gibi dolaşıyorum. Duygularım karışık.

Buraya ilk gelişimin üzerinden tam 29 yıl geçmiş.

Seviyorum Rusya’yı ve Rusları. Kızdığım da oluyor. Savunuyorum Rusya’yı. Ama bir o kadar da eleştiriyorum. Bazen anladığımı düşünüyorum Rusya’yı. Başımı iki elimin arasında sıkıştırarak ondan korktuğumu da biliyorum. Umutsuzluğa düştüğüm oluyor kimi zaman. Ama yine de inanıyorum bu ülkenin geleceğine.

Sevdiğim, kızdığım, savunduğum, eleştirdiğim, anladığım, korktuğum, umutsuzluğa düştüğüm ve inandığım bu ülkenin nüfus cüzdanını taşımıyor olmam hiç önemli değil. Yukarıda aktardığıma benzer duygu ve düşünceleri kendi ülkemle ilgili olarak da yazabilirdim.

Kim bilir, yirmi yaşında çıkıp geldiğim ülke ABD veya Fransa olsaydı, belki de onlarla ilgili benzer duygularım olurdu.

Çünkü insanların her şeyden önce Türk, Rus, Alman ya da Arap değil,“dünyalı” olduğunu düşünüyorum.

Ve birbirine şu gökyüzündeki dokunulası yıldızlardan bile daha yakın olan ülkeler ve oralarda yaşayan farklı milletlerden insanlar, aslında öylesine benzeşiyorlar ki...

Yaban ellerde hemşeri muhabbetleri

Cep telefonumun, Rusların deyişiyle mobil telefonumun ödemesini yapmak için Moskova merkezinde büyük bir salondaki çok sayıdaki sıradan birine giriyorum. Şansa bak! Hemen önümde bir Türk var.

Cebimden bir an için çıkardığım pasaportu görünce hemen Türkçe bir şeyler söylüyor. Çevredekiler bu anlaşılmaz dile kulak kabartıyorlar.

Bu zoraki kısa konuşma, bana yıllar boyunca gördüğüm aynı filmi ve onunla ilgili defalarca kağıda döktüğüm “içimden gelenleri” hatırlatıyor.

Filmin başı hep aynı:

- Türk müsünüz?

Toplam yirmi sekiz yıl yurtdışında yaşadığımdan dolayı Türkçe olarak sorulan bu soruyla defalarca karşılaştım. Doğrusu yurtdışına çoktan alışmış biri olarak her fırsatta memleketimden birilerini bulup hasret giderme ihtiyacı hissetmiyorum. Ama bazı Türklerin yalnız hemşerilerine gösterdikleri bir sıcaklıkla yanıma yaklaşıp bu soruyla bir söyleşi başlatma girişimlerinde bir beis görmüyorum.

- Evet, Türküm…

Bu cevap, hiç tanışmayan ve söz gelimi Adana veya İstanbul’da karşılaşsalar birbirlerine kesinlikle ilgi göstermeyecek iki insanın dostluk denemesinin başlangıcı olabiliyor. Yaşları, meslekleri, huyları, tuttukları takımlar, siyasi, ideolojik, dinsel ve cinsel tercihleri çok farklı olan iki kişinin arasında yalnızca yabancı bir ülkede buluşmalarından dolayı bir yakınlaşma oluyor. En azından başlangıçta.

- Rusya’da ne iş yapıyorsunuz?

Bu soruyla birlikte meraklı midelere cevap lokmaları birbiri ardına indirilmeye başlanıyor.

- Ne kadardır Rusya’dasınız?

- Nerede oturuyorsunuz?

- Rusya’da yaşamak hoşunuza gidiyor mu?

Bu son soru biraz risk içeriyor. Ortak yönlerinizi perçinlemenize yarayabileceği gibi, apayrı iki insan olduğunuzun ortaya çıkmasına da yol açabiliyor.

- Rusları nasıl buluyorsunuz?

İşte daha riskli bir soru. Ruslar, gelenekleri, siyasi ve toplumsal hayatları, sanat ve kültürleri, Rus kadınları… derken yorumlarınızın birbirinden çok farklı olduğu su yüzüne çıkabiliyor. Sorduğu sorularla bazen bütün dünyayı “biz Türkler ve ötekiler” olarak ikiye bölmeye eğilimli kişiler, Rus dedikodusu yapmaya, biz Türklerin ne kadar üstün olduğunu anlatmaya heveslenebiliyor.

- Memleketi özlediniz mi?

Bu soru ilk bakışta zararsız görünüyor. Ama “vatan hasreti”, “taşı toprağı” derken bazen yine kendinizi kaba milliyetçilik kokan geyik sohbetlerinin içinde bulabiliyorsunuz.

Tesadüfen rastladığınız hemşerinizle vedalaşırken bazen sizin ve/veya onun ses tonunda tanışmanın pek mutluluk getirmediğini fısıldayan limoni bir vurgu hissedilebiliyor. Sonuçta “yeni hemşeri” çabucak unutuluyor.

Tabii bütün bunların tersinin çıkması ve başlayan söyleşinin güçlü bir dostluğa uzanması ihtimali de bulunuyor.

Ama yirmi sekiz yıl içinde bu konuda fazla şanslı olmadığımı sanıyorum.

Yine de sorulan soruya aynı cevabı vermek gerekiyor:

- Evet, Türküm…

Burayı görmek bir şans!

Levent ÖZÇELİK
Habertürk


Havası mı, tarihi mi, insanları mı, ihtişamlı yapıları mı yoksa bir su kenti olması mıdır St. Petersburg’u dünyanın en güzel şehirlerinden biri yapan?

Sebep her neyse ne, ama St. Petersburg’u görmek, her dünya vatandaşı için bir şans.

Kanallarda sayısız köprü var

Benim için St. Petersburg’u özel kılan, bir su şehri olması. Her sokağın sonunda, her köşe başında, her geniş meydanın arkasında karşınıza su çıkıyor. Finlandiya Körfezi’ne dökülen Neva Nehri’nin üzerinde 42 ada üzerine kurulan şehirde en etkileyici olan, iki yakayı birbirine bağlayan sayısız köprü. Bana kalırsa St. Petersburg’un sırlarına ermenin en iyi yolu, köprüleri kullanarak kanallar arasında gezmek, bu sırada sokak müzisyenleri tarafından verilen müzik ziyafetinin tadını çıkarmak, nehirde tekne turu yapmak. Uzaktan köprülerin görünüşleri mi, köprülerin üzerinden gördüğünüz St. Petersburg manzarası mı; hangisinin daha etkileyici olduğuna karar veremiyorum.

Kentin atardamarı

Prospekt Nevski Bulvarı, eskiden olduğu gibi bugün de kentin atardamarı; en canlı, en kalabalık merkezi. Yeşil-beyaz cephesiyle ilk bakışta dikkati çeken Straganov’un Sarayı, iğne atsanız yere düşmeyecek kadar kalabalık Gostiny Dvor mağazasının galerileri, Sadovaya Sokağı’nın köşesinden başlayan alt geçitte karaborsacılarla kimsesiz çocuklar ve solda az ötede Kazan Kilisesi’nin isli sütunlarıyla kentin en albenili yapılarından Alexandra Tiyatrosu... Şık kahvelerin, döviz bürolarının, bankaların, kumar salonlarının, lokantaların, her türlü malın satıldığı büyük mağazaların ve sinemaların karşılıklı sıralandığı cadde, Neva’ya doğru kentin güneyini neredeyse tam ortadan ikiye bölüyor. Prospekt Nevski, dört kilometre uzunluğunda. Altın kaplama sivri kulesi, eski Yunan tapınaklarını andıran beyaz sütunların çevresine dizilmiş heykelleri ve göğü delen okuyla kentin simgesi sayılan Amirallik Binası’ndan at heykelleriyle süslü Aniçkov Köprüsü’ne dek eski kentin, oradan Nevski Manastırı’na kadar da yeni kentin mimari özelliklerini taşıyor.

Dostoyevski tanıttı

Bazı şehirleri tanımanın en iyi yolu tabana kuvvet yürümektir. St. Petersburg da onlardan biri. Günlerinizin neredeyse tümünü yürüyerek geçirebilirsiniz. St. Nicolas Katedrali, Şarkılar Köprüsü, Özgürlük Köprüsü, Öpücükler Köprüsü, Hermitage Müzesi aynı güne sığabilecek duraklar. Ve elbette görülecek daha çok yer var. Öyleyse yavaş yavaş şehri tanımaya devam... Okur-yazar bir Türk için St. Petersburg, klasik romanın babası Dostoyevski’nin kaleminden çıktığı gibi yaşar. Yoksulluk, izbe bir avluya bakan küçük, köhne odalar, parke taşlarda tıkırdayarak ilerleyen faytonlar, kanal kıyılarında değişen manzaralar... Dostoyevski insanı, insan öykülerini anlatır ama kenti de es geçmez. Çoğumuzun kafasındaki St. Petersburg imgesi onun eseridir. Sanki Leningrad bizim için hiç var olmamıştır, aradaki 100 yıla yakın zaman yaşanmamıştır. En nihayet kent yine St. Petersburg adına kavuştuğunda ve yasaklar bittiğinde, kafamızda canlanan imgelemle buluşmak üzere çıkarız yola. Böyle, bir önceki çağın bilgisiyle beslenmiş bugünün insanı için seçenek çok değil St. Petersburg’da. Tavsiyem, geçmişe yönelik bilgileri bir tarafa atıp yeni gerçekliği özümsemeye çalışmak.

Ve beyaz geceler...

Her yıl haziran ayında St. Petersburg’un ünlü “beyaz geceler”i başlıyor. Hava yalnızca iki saat süreyle ve çok çok az kararıyor. Dostoyevski romanı Beyaz Geceler de St. Petersburg’un dört beyaz gecesinde yaşanmış sade ve derin bir aşkı konu alıyor. Benim St. Petersburg notlarım kısaca böyle. Sizin yaşayabilecekleriniz ise kuşkusuz çok daha fazla. İşte güneş batıyor. Şehrin ışıkları yandı. Prospekt Nevski Bulvarı sabahki kalabalığından arınmış. Birazdan nehrin ve kanalların üstündeki köprüler tek tek açılacak. Bir St. Petersburg akşamında aşklar, hüzünler, anılar kendine yol bulacak.

Rusya: Amerika’yı Kolomb değil biz keşfettik

Fuad Seferov
Kaynak:http://www.haberrus.com/






Soğuk Savaş döneminin karşıt kutuplarında yer alan Rusya'dan Amerikan kıtasının keşfi ile ilgili ilginç iddialar geldi. Rus akademisyenler Amerika'yı İtalyan asıllı denizci Kristof Kolomb değil, Sibiryalıların keşfettiğini iddia etti.

Rusya Bilimler Akademisi’ne bağlı Sibirya Bölümü Arkeoloji ve Etnografi Enstitüsü Başkanı Anatoliy Derevyanko, son yıllarda yaptıkları bilimsel çalışmaları anlattı. Rus akademisyen, “Rusya’nın Yujno-Sahalinsk kentinde Pasifik okyanus çevresinde ilk insanların nasıl ortaya çıktığını, nereden geldiklerini ele alan bir konferans düzenledik. Üç gün süreyle devam eden bilimsel konferansta önemli çalışmalar yaptık. Amerikan kıtasına ilk Sibiryalıların gittiğini bulduk” dedi.

Amerika’ya ilk önce Sibiryalılar gitmiş

Rus akademisyen Derevyanko, son yıllarda yaptıkları çalışmalarda bilim dünyası adına önemli gelişmeler kattetiklerini de belirtti. Derevyanko, “Sahalin Üniversitesi’ndeki meslektaşlarımız, Sahalin adasının güneyindeki Dolin bölgesinde yapılan kazı araştırmalarında çok önemli ve ilginç detaylar buldu: Bu detaylara dayanarak şunu belirtebiliriz: Sahalin’de ilk insanlar yaklaşık 100-200 bin yıl önce ortaya çıkmış. Bilimsel kanıtlara göre de Amerika’ya insanlar ilk olarak Sibirya’dan gitmiş. Bu varsayımdan ziyade bir bilimsel kanıt. Dolayısıyla Amerika’yı Kolomb değil, Sibiryalılar keşfetmiş. Burada bilim adamları iki görüşü de paylaşıyor: Bazıları bu göçün 13-14 bin yıl önce, bazıları ise 20-25 bin yıl önce gerçekleştiğine inanıyor.” iddiasını dile getirdi.

21 Eylül 2010 Salı

Tverskaya adı nereden geliyor?


















Kaynak:http://www.moskovalife.com/

Tverskaya kuşkusuz, Moskova’nın en ünlü, en lüks, en görkemli ve en prestijli caddesi. Kremlin’e ve Kızıl Meydan’a uzanan yolun üzerindeki Tverskaya’nın adı Tver kentinden geliyor. Moskova’nın Kremlin duvarlarıyla sınırlı olduğu dönemde, yani 12. yüzyılda Tverskaya Tver ve Novgorod’a giden yolda yer alıyor ve hanları, otelleriyle seyahat edenleri, tüccarları ağırlıyordu. Zamanla zengin tüccarların yaşadığı bir yer halini almaya başladı. 1713 yılında yolun o dönemin başkenti St.Petersburg’a kadar uzatılmasıyla önemi daha arttı. Çar, o zamanlar tahtayla kaplı olan yoldan geçerek Moskova’ya resmi ziyaretlerde bulunurdu. 15 metre eninde olan Tverskaya üzerinde iki manastırla dört büyük kilise vardı. Sokağın görünümü ve adı Sovyet döneminde değişti.

1930’larda sokağı büyütmek için çevredeki çok sayıda bina yıkıldı ve ünlü yazar Maksim Gorki’nin adını taşımaya başladı. İsmi değişse de prestijinden bir şey kaybetmeyen sokakta önemli Sovyet mimari projeleri uygulandı. 1990 yılında eski adına yeniden kavuştu ve kısa sürede Moskova’nın alışveriş merkezi halini aldı. Şu anda Ortaçağ, 21. yüzyıl mimarisi ve Stalin dönemi mimarisinden örnekler taşıyan Tverskaya gece yaşamının ve eğlencenin de en önemli merkezi konumunda. Tverskaya üzerinde ya da çevresinde Duma’dan Nasyonel Oteli’ne, Moskova Belediyesi’nden Yermolova Tiyatrosu’na, Yuriy Dolgorukiy heykelinden Puşkin Meydanı’na, Ritz Oteli’nden Postane binasına çok sayıda önemli yapıya, esere ve yol boyunca sıralanmış lüks mağazalara, lokantalara ve kafelere ev sahipliği yapıyor. Uluslararası emlak şirketi Colliers’a göre 2008 yılında Tverskaya dünyanın en pahalı caddeleri arasında yer aldı.

14 Eylül 2010 Salı

Lev Yaşin

Mahalle arasında top koşturan her çocuğun büyüyünce benzemeyi hayallediği futbolcular vardır. Seninki neydi diye soracak olursanız, düşünmeden Brezilyalı Garrincha derim.Onun gibi rakiplerimi bir sağa, bir sola yatırıp, zarif çalımlarla ekarte etmeyi hep hayallemişimdir. Böbürlenmek gibi olmasın ama, deneyip de yapmamış değilimdir hani…

Ama her zaman ortada oynamak nasip olmuyor. Kaleye geçmeye gönüllü bir başka arkadaşın yoksa, sırayla da olsa kaleye geçmek gerekiyor. İşte o zaman da Rusların efsane kalecisi Yaşin gibi şahane kurtarışlar yapmak isterdim.

Yaşin, Türkiye'de belli bir yaşın üstündeki bütün futbolseverlerin tanıdığı, sevdiği efsane bir kalecidir.

Milli takımın ve Aslan Cimbom'un büyük kaptanı, unutulmaz kaleci Turgay Şeren'in matrak bir anısı var Yaşin'le ilgili. Turgay'ın jubilesine gelir ve onun evinde kalır.

Şeren, “Yaşin, bizim evdeyken birden pantolununu indirdi. Altında maçtaki şortu duruyordu. Yokluktan dert yandı. Ona 6 tane iç donu alarak hediye ettim” diye bu renkli anısını paylaşıyor.

Eee, futbolun o zamanlar şimdiki gibi bir ekonomisi yok; futbolcular milyonlarca dolar kazanmıyor. Ve belki de daha sportmence...





Lev İvanoviç Yaşin (Лев Ивaнович Я́шин) (d. 22 Ekim 1929 - ö. 20 Mart 1990), Sovyetler Birliği Millî Futbol Takımı'nın çok ünlü bir kalecisiydi. Belki onlarca maçını anlatmış Halit Kıvanç'a sorsanız size iki saat ballandıra ballandıra anlatır.

Çok atletik bir vücuda ve müthiş reflekslere sahip olduğu için çok güzel kurtarışlar yapardı. Onun koruduğu kaleler de kale gibiydi yani…Topun filelere değdiği pek olmazdı; kale ağlarının arasında örümcek ağları da olurdu neredeyse.

189 cm boyunda, güçlü kuvvetli bir kaleciydi. IFFHS tarafından 20. yüzyılın en iyi kalecisi seçilmiştir.

Lev Yaşin,1950'lerde dünyadaki kalecilik anlayışını değiştirir. O güne kadar kale çizgisini terk etmeyen, ceza alanı dışına pek çıkmayan bir kaleci tipi yaygındı. Ancak, Yaşin, bu anlayışı değiştirdi. Ceza alanına atılan topları tutmak için kalesini terk etmekten çekinmiyordu. Ayrıca çok iyi yer tutuyordu. 

SSCB Milli Futbol Takımı'yla Avrupa şampiyonu ve dünya dördüncüsü unvanlarını kazanan Yaşin, 1949'da girdiği SSCB İçişleri Bakanlığı'nın takımı olan Dinamo Moskova'daki ilk yıllarında bakanlıkla sorunlar yaşadı, ama takımdan hiç ayrılmadı. 1989'da kanserden öldü.

Yaşin, Moskova'da endüstri işçisi bir ailenin oğlu olarak 1929 yılında dünyaya geldi. 20 yaşına kadar II. Dünya Savaşı sırasında metal atölyelerinde çırak olarak çalıştı.

Başarılı file bekçisi, kariyerine Dinamo Moskova kulübünde başladı ve 1949 ile 1971 yılları arasında bu kulüpte top koşturdu. Bu kulüple 5 tane Sovyet Ligi Şampiyonluğu'nu ve 3 tane Sovyet Kupası kazandı. Ayrıca 1953 yılında Sovyet Buz Hokeyi Şampiyonası'nı kazandı. Bu şampiyonada yine kaleci olarak görev yaptı ve kendi takımının buz hokeyi takımında oynadı. Yaşin'in takım arkadaşı, rakibi ve akıl hocası; Sovyetler Birliği Millî Futbol Takımı'nın o zamanlar kalesini koruyan 'Tiger' Khomich'ti. Khomich, Dinamo Moskova'nın Britanya turu sırasında meşhur olmuştu.

1954 yılında Lev Yaşin, ilk kez Sovyetler Birliği Millî Futbol Takımı'na çağrıldı. Sovyetler Birliği Millî Futbol Takımı'na son kez çağırıldığında, 78 kere milli olmuş, 1956 Yaz Olimpiyatları ve 1960 Avrupa Futbol Şampiyonası'nı kazanmıştı. Sovyetler Birliği Millî Futbol Takımı ile 1958, 1962 ve 1966 FIFA Dünya Kupaları'nda da oynadı. Yaşin Dünya Kupaları'nda oynadığı 13 maçın 4'ünde gol yemedi. 1971 yılında Moskova'da son maçını Dinamo Moskova ile Dünya Karması'na karşı oynadı.

Yaşin en iyi performanslarından birini 1963 Dünya Karması formasıyla İngiltere Milli Futbol Takımı karşısında sergiledi. Wembley onun inanılmaz kurtarışlarına tanıklık etti. Tüm dünyada "Kara Örümcek" olarak tanındı. Kendine özgü siyah giyimiyle ve herşeyi kurtardığı için sekiz kollu olarak nitelendirilmesinden dolayı bu lakap takılmıştır. Ama onun taraftarları için o hep "Kara Panter" olmuştur. Genellikle bordo renkli bir kasket ile maçlara çıkardı.

Lev Yaşin, Avrupa'da Yılın Futbolcusu ödülünü kazanabilen tek kalecidir ve bu ödülü 1963 yılında kazanmıştır. Ayrıca kariyerinde toplam 150 penaltı kurtarmıştır ki bu sayı, Dünya tarihinde bir rekordur. Sırrı sorulduğunda ise, numarasının sakinleşmek için bir sigara içmek , sonra da kaslarını ayarlamak için kuvvetli bir içki içmek olduğunu söylerdi.

İnsanlığa ve ülkesine yaptığı katkılardan ötürü kendisine 1967 yılında Lenin Nişanı verilmiştir. Bu nişan Sovyetler Birliği'nin en büyük ikinci nişanıdır. FIFA'nın onun adına düzenlediği bir maçta Moskova'daki Lujniki Stadı'na 100.000 kişi gelmiştir. Bu 100.000 kişinin arasında Pele, Eusebio ve Franz Beckenbauer de vardı. Bir süreliğine Finladiya amatör lig takımlarını ve yıldız takımları çalıştırmıştır. Yaşin'in onuruna Dinamo Stadı'nda dikili bir heykel vardır. 2000 yılında FIFA Yaşin'i 20.Yüzyıl Dünya Takımı Kadrosu'na takımına eklemiş ve onu yüzyılın en iyi kalecisi seçmiştir.

Lev Yaşin 1990 yılında öldü. Ölüm sebebi ise bir diz sakatlığı sonrası bir bacağının kesilmesiydi.

İyi bir kaleci ve iyi bir spor adamıydı. FIFA, gelenek olarak Dünya Kupası'nda oynayan en iyi kaleciye Yaşin Ödülü veriyor.

Lev Yaşin’in yaşamından rakamlarsa şöyle:
•Kariyerinde toplam 812 maç
•Dinamo Moskova formasıyla 326 maç
•Sovyetler Birliği Millî Futbol Takımı formasıyla 78 maç
•FIFA Dünya Kupaları'nda 13 maç
•150'den fazla penaltı kurtarışı

Ödülleri :

SSCB’de:
•Sovyetler Birliği Buz Hokeyi Şampiyonası'nda 1 altın madalya
•Sovyetler Birliği Futbol Şampiyonası'nda 5 altın, 5 gümüş, 1 bronz madalya
•3 kez Sovyet Kupası şampiyonu

Uluslararası :
•Olimpiyatlarda 1 altın madalya
•Avrupa Futbol Şampiyonası'nda 1 altın madalya
•Avrupa Futbol Şampiyonası'nda 1 gümüş madalya

Diğer başarıları :
*2 FIFA Yılın Oyuncusu Ödülü (1963 ve 1968)
•Avrupa'da Yılın Futbolcusu "Altın Top" Ödülü (1963)
•FIFA Dünya Kupası 4.lük (1966)
•3 kez Sovyetler Birliği'nin En İyi Kalecisi Ödülü (1960,1963,1966)
•Dinamo Moskova ile 22 sezon (1950-1970)
•Lenin Madalyası (1967)
•Olimpiyat Madalyası (1986)
•FIFA Özel Ödülü (1988)
•Sosyalist Çalışkanlık Kahramanı Madalyası ve bu madalya ile birlikte verilen Lenin Nişanı (1989)
•FIFA'nın seçtiği 20.Yüzyıl Dünya Takımı Kadrosu'nda kaleci (2000)
•UEFA'nın 50. yılında Rusya Futbol Federasyonu'nun seçtiği son 50 yılın en iyi Rus futbolcusu ödülü (Kasım 2003)

İvan Pavlov

14 Eylül Rus bilim adamı İvan Pavlov'un doğum yıldönümü...

Biz onu günlük hayattaki konuşmalarımıza kadar giren Pavlov'un köpekleri diye bildiğimiz "şartlı refleks" üzerine yaptığı araştırmaları ve buluşu ile biliriz.

İvan Petroviç Pavlov (Иван Петрович Павлов) Rusya'nın yetiştirdiği en önemli bilim adamlarından biri; fizyolog, psikolog ve hekim.(d. 14 Eylül 1849 Ryazan – ö. 27 Şubat 1936 Leningrad)

Fizyoloji ve psikoloji alanındaki çalışmaları ile psikofizyoloji ve deneysel psikoloji alanlarını derinden etkiledi. Bu nedenle her iki bilim dalının kurucularından sayılır. Leningrad Fizyoloji Enstitüsü'nün başında bulunarak çalışmalarını sürdürdü.

Şartlı reflekslerin doğası ve işleyişi konusundaki buluşu, tüm araştırmaları öğrenme alanına yöneltti. Pavlov laboratuvarda mide üzerine bir çalışma yaparken bir şeyi farketmiştir. Köpek daha et verilmeden önce ayak seslerini duyduğunda salya akıtmaya başlamıştır. Bu olaydan sonra Pavlov çalışmalarını bu yöne doğru geliştirmiştir.

Pavlov'un köpekler üzerinde yaptığı klasik koşullanma deneyleri ünlüdür. Köpeğe ilk olarak birkaç kez zil çalınır. Fakat köpek tepki vermez. Sonradan et verilir. Köpeğin salyaları akar. Sonra et ile birlikte zil çalınır. Daha sonra et verilmediği halde zil çalındığında köpeğin ağzının suyunun aktığı görülür. Şartlı ya da şartlandırılmış refleks denen olay da budur. Pavlov, bu davranışın, psikolojik etkinlikle özdeş olan yüksek düzeyde sinir etkinliğinin belirtilerinden biri olduğunu öne sürer ve psikoloji alanında geçerli tek yaklaşımın deneysel yöntem olduğunu vurgular.

Pavlov, bu alandaki çalışmalarından ötürü 1904 yılında Nobel Fizyoloji ve Tıp Ödülü'nü kazandı.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Beyaz gecelerde St.Petersburg

Rahmi Yağmur

Özgün Rus mimarisi ve maceralı tarihiyle destansı bir kent olan St.Petersburg beyaz geceleri yaşıyor. Osmanlıların Deli dünyanın ise Büyük Petro dediği Rus çarı 1 Piotır tarafından bir okyanusun üzerine kurulan ve Kuzey kutbu ile olan pozisyonundan dolayı yaz mevsiminin önemli bir kısmında beyaz geceleri yaşayan St. Petersburg dünyanın önemli turizm merkezleri arasında yer alıyor.

Dünyanın çok az yerinde ki yerleşim yerlerinde rastlanan Beyaz geceler kentin sanatsal yapısına ayrı bir romantizm katıyor. Tarihi ve sanatsal değerler açısından UNESCO tarafından Dünya kültür Mirası Listesi de yer alıyor. Güzellikleriyle tüm insanlığın ortak değeri olan kent maalesef Sovyetlerin yıkılmasından sonra kontrolsüz özelleştirmelerden dolayı ulusal ve küresel ticari şirketlerin işgaline uğramış durumda. Pervasız özelleştirme sınırsız ticarileştirme kentin tarihi ve mimari dokusunu tehdit ediyor.

BİR ÇAR BİR İMPARATORLUK VE BİR KENT

1 Petro Denizçiliğe olan hevesinden dolayı çarlık şanından öte bir gemide en alt rütbede çalışarak ilginç bir kişilik sergilediği ve en güçlü dönemlerinde Osmanlı imparatorluğunun karşısına çıkıp meydan okuduğu için kendisine deli Petro denmiş. Ama dağınık Rus beyliklerini toparlayıp imparatorluğu güçlendirmesi ve yine Rus aydınlanmasını başlatarak ülkesine saygın bir yer kazandırınca ismi büyük Petro olarak anılmaya başlar.
Rus Çarı Batıda ortaya çıkar Rönesans ve reform hareketlerine kendi ülkesine taşırmak için dünyanın en iyi mimar ve sanatçılarını getirerek Baltık Denizi kıyısı ile Neva Nehri üzerindeki bataklıklar halindeki adalar üzerine bir şehir kurmak ister. Batıda Rönesans’la yükselen kentleri gördüğü için bu planını Rusya’nın geleneksel ağaç mimarisiyle yapamayacağını anlar ve ülkedeki tüm yapıların ve evlerin inşaatlarını durdurarak taş işçilerini ve mimarları buraya çağırır ve dünyanın en güzel kentlerinden birini imar eder. Her ne kadar Hıristiyanların aziz kabul ettiği Peterburg ismi takılsa da; çeşitli dönemler St. Petersburg, Petrograd ve Leningrad olarak değiştirilmiştir.

TARİHİ İBARETHANELER

İmparator Batıda yükselen Rönesans sanatına kafa tutarcasına her birini özenle planlayarak, işleyerek yaptırdığı saraylar, kiliseler, katedraller, köşkler ve kanallar kente eşsiz bir görünüm veriyor. Kent görenlerde ve yaşayanlarda silinmez bir iz bırakmış olmalı ki; her ihtilalden, savaştan ve bombardımandan sonra deyim yerindeyse küllerinden yeniden yaratılırcasına geçmişinin bir kopyası gibi yeniden imar edilir.
Kent Doğu ve Batı mimarisinin bir sentezi niteliğindeki Rus mimarisiyle örülmüş. XVII ve XVIII. yy. yapılan Peter ve Paul Katedrali, İsak, Kazan ve diriliş Katetralleri ve kiliseleri kentin en iyi yerlerine serpiştirilmiş. Bu ibadethaneler bu günde mimarileri ve renkleriyle çevrelerindeki peyzajı tamamlıyor. Sadece güzellikleriyle değil aynı zamanda çevrelerinde yaşayan insanların ibaret ihtiyaçlarını da karşılıyor. Her kapısına gittiğimiz bu ibadethanelerin bir yanında insanlar ibadet ederken diğer yanları içlerine kurulan birkaç parça tarihi eserler birer müze ve tarihi mekanlar niteliğinde. Ama katedral ve kiliselerin duvarlarını boydan boya kaplayan resimler eşsiz birer sanat eseri.

Bunlar içerisinde Vlademirskiy kilisesi kentin en eski yapıları arasında yer alıyor. yine uzun süre aradıktan sonra eski St.Petersburgta bulduğumuz Peter ve Paul Katedrali kentin ilk yapıları arasında yer alıyor. En yüksek tepesine yaptırılan katedralin kulesine çıkıldığında eski St.Petersburg’un büyük kısmını görmek mümkün. Katedralin duvar ve tavanları İncilden alınan İsa Meryem ve havarilerini anlatan mozaikler yada yağlı boya resimlerle süslenmiş. Her eser sanatçıların aylarca süren çalışmalarıyla ortaya çıkmış ve izleyenleri büyülüyor.

Yine bunlardan yeniden doğuş kilisesinin iç mekanı tamamıyla mozaiklerle kaplanmış. Mozaiklerin özel bir cilayla cilalanmış olması onların eskimesini önlediği gibi hep parlak kalmalarını da sağlıyor. Yine Aziz İsaak Katedrali: Finlandiya’dan getirilen taşlarla inşa edilmiş. Yapımı 40 yıl süren ve yaklaşık 250 merdivenle tırmanılan ve 100 kilogram saf altınla kaplı kubbesinden kenti başka bir yönden görebilmek mümkün.
Kenttin sadece kilise ve katedralleri değil iki de cami var. Tararskiy olarak isimlendirilen cami 1913 yılında yapılmış Alexander van Hohen tarafından Gur-eAmir modeline göre tasarlamış. Caminin , Semerkant’taki Timurlenk’in türbesinden esinlenerek yapıldığı söylenir.

DELİ PETRONUN ÇEŞMELERİ

Büyük Petro’nun Versailles Sarayından etkilenerek yaptırdığı meşhur sarayı eşsiz mimarisinin yanında özellikle bahçesi ve çeşmeleriyle de ünlü Petro sanat ve bilim dehasını çeşme ve havuz kompozisyonlarında ve mühendisliğinde göstermiş.
Sarayın balo ve resepsiyon salonları süslemeli büyük aynalar ve pencereler ile çevrili. Resepsiyon ve yemek odalarında sergilenen yemek takımları aynı zamanda sarayda uzun bir hayat süren Katarina’nın şatafatlı yaşamını sergiliyor. Sarayın içinde çok sayıda tablo var. Sarayın diğer bir ilginç yanı ise hizmetçilerin servis yapması hem de saray erkanının görünmeden ziyaretçilerle buluşması için gizli geçit ve koridorlar bulunuyor
Yatak odaları, salonlar, ziyaretçi kabul odaları, koridorlar, avizeler, yemek takımları, çar ailesinin ziynet eşyaları insanın çocukluğunda dinlediği masallardaki sarayları gerçek bir versiyonu gibi. Belki de bu saraylar masallardaki saraylardan bire daha güzel.
Peterhof Sarayı’nın çeşmeleri ve havuzları dünyanın en ilginç tasarımları arasında. Nehirden borularla getirilen temiz su üst bahçenin altındaki depoda toplanıyor ve her sabah hiç bir pompa ve elektrik gücü kullanılmadan tamamen su ve yerçekimi kuvveti ile bu muhteşem çeşmelere getirilip harika manzarayı oluşturuyor. Özellikle havuzdaki çeşmelerin her biri tunçtan yapılmış birer heykel. Sarayın her yanında Osmanlıların deyimiyle Deli Petro’nun dahiliğini görebiliriz. Aslında Denizi ve suyu çok seven çar Peter sarayının bahçesinde hemen deniz kenarında sadece 8 odalı bir köşk yaptırıp zamanının çoğunu burada geçirmiş. Gezilmesi bile saatler alan sarayın sık sık yeniden düzenlenen bahçesi bir bitki müzesi gibi.

Kentin diğer bir temel tarihi mimarisini tamamlayan saraylarıdır. Her biri çarların gücünü ve kudretini sergilemeleri açısından özenle yapılmış ve imparatorluğun ihtişamını sergiliyor. Bunlardan ve bu gün Pek çok sanatçının yıllarını almış olan Katarina Sarayı, Büyük Petro nun Versailles Sarayından etkilenerek yaptırdığı meşhur sarayı Ermitaş müzesi olarak kullanılan Kışlık Saray, Donanma binası eşsiz birer sanat eseri.
Kentin sadece kilise ve sarayları değil cadde ve kanalları da eşsiz güzellikte. Deniz kıyısı Neva nehrinin yanı sıra içinden kanal geçirilen Nevsky Prospekt caddesi ve kenarlarını dizilen heykel kabartmalarla süslü yapılar gezenleri hayrete düşürüyor. Bu kadar çok heykeli kim, hangi sanatçılar, ne kadar zaman, ve ne kadar emek sarf ederek yapmış? Sayısız tarihî bina, meydan ve kanallar tarafından sağlı sollu olarak çevrelenmiş bu sokak hala romantizmin merkezi olarak biliniyor. Türkçe, Yenice anlamına gelen Nevsky özellikle beyaz gecelerde adım atılamayacak kadar kalabalık. .
Sadece Nevski değil şehrin her yanı heykellerle dolu. Kente egemen olan her bir rejim kendi ideolojik mantığına ve dünya görüşüne göre yaptırdığı heykellerin hepside sanat açısından eşsiz bir eser. Çarların kendi aile heykellerini yaptırırken Sovyetler kendi kahramanları ölümsüzleştiren heykeller yaptırmış. Zaten en çok dikkat çekende bu. Yani özel sadece sokaklarda yada meydanlarda değil kentin kınarlarında yükselen bazı sitelerin dışında hemen hemen her yapıda birkaç heykel olması. Her evin her yapının üzerine yapılan bu heykellerin sadece kendileri değil üzerine yapıldıkları bu yapılara da hayat veriyor. Kendilerini yapıları kenti de hep canlı tutuyor. Belki de bu yüzdendendir hiçbir rejim kendisine ters gelen kodları taşıyan bu heykellere ve sembollere zarar vermemiş. Bu aynı zamanda sanata saygı duyan uygar bir zihniyete işaret ediyor. Ama maalesef ticaret mantığı aynı saygıyı uygarca yaklaşımı göstermiyor.

BEYAZ GECELER

Kent Kuzey kutbuna olan yakınlığı yeni coğrafik pozisyonundan dolayı her yılın iki ayında beyaz geceleri yaşıyor. Mayıs aylarının ortalarından Temmuzun ortalarına kadar süren beyaz gecelerde güneş saat 03 doğuyor ve 24. 00 batıyor. Ancak güneş battıktan sonrada uzun süre karanlık olmuyor. Sada gece saat 01.30 ile 02.30 arasında havanın hafif karardığı görülür..
Şehrin bu beyaz gecelerinde turistlerin akınına uğruyor. Her yıl gibi bu aylarında kentin sokakları turist kaynıyor.
Beyaz gecelerde tek dolaşamayanlar ise siyahi yabancılar. Yükselen milliyetçiliğin en fazla etkilediği kentlerden biri olan St. Petersburg da esmer tenli yabancılar ırkçı saldırılardan dolayı gece sokağa çıkamıyor

KAHRAMAN KENT

Monarşi ve toprak köleliğine karşı yarı anarşist dekaprist ayaklanması ve ardından 1988’lerde çara karşı yapılan başarısız suikast girişimleriyle maceralı bir siyasal yaşama başlayan kent savaşların ve ihtilallerin başkenti. Monarşiye karşı durmak bilmeyen ayaklanmalar bir katliama dönen 1905 teki “Kanlı Pazar” olayına yol açar. Parke taşlarla dizili alan ve hala saraya meydan okuyan baldırı çıplakların isyanın izlerini taşıyan alan bu gün fotoğraf çekmeye çalışan turistlerin uğrak yeri.
Bir asır boyunca dünya siyasal tarihine damgasına vuran 17 Ekim devriminin mekanı kent hala bu olaylara tanıklık eden eserlerini koruyor.
Yine hem şehrin kendisi hem de dünya için bir felaket olan ikinci dünya savaşını yaşayan kent bu yıkımın izlerini çoktan silmiş. Alman orduları tarafından 29 ay kuşatmaya alınan ve sürekli olarak top ateşine tutulan kentte 53.000 de fazla insan ölür. Bu kuşatma sırasında bir günlük tutan 11 yaşındaki Tanya Savicheva kuşatma trajedisinin sembolü olmuş.
Kent ve varoşları savaşı takip eden on yıllık sürede eski kroki üzerinde yeniden inşa edildi.
Elbetteki bu kente düşen bombalar erkek ve kadın ayrımı yapmadı, ama şehrin tüm erkekleri yada kenti savunurken yada diğer yerlerdeki çatışmalarda hayatını kaybetti. Bu gün hala kentin sokaklarında kadınlar belirgin bir biçimde erkeklerden daha fazladır .
St.Peteresburg bu direnişinden dolayı SSCB tarafından Kahraman kent ismiyle ödüllendirildi.

RUS EDEBİYATININ ANAVATANI

Tamda bu kenti, buraya emek verenleri, burayı canı pahasına savunanları, yada bu kentindin caddalerinde ve sokaklarında yaşanan aşkları kim anlatabilir ki diye düşündüğüm bir sırada aklıma gelen Rus edebiyatçıları benim bu konuya araştırmama yol açıyor. Evet bu kadar bu kenti anlatabilecek dünya edebiyat devleri de bu kentte yaşadı.
Rusya’nın bir çok roman ve şairi bu kentten geçti hatta St.Petersburg için” rus edebiyatını yapan külliyatın oluşumuna yardım ve yataklık eden şehir” derler. Bu kent Rus edebiyatının anavatanı olarak ta bilinir. Dostoyevski, Puşkin, Anna Akhmatova ve Rimsky-Korsakov’un uzun süre bu kente yaşamıştır. Puşkin bu kentte ölmüştür. Zaten bu şehri Puşkin’in bu mısralarının dışında kim bu kadar güzel anlatabilir ki Şair bu kent için
Bir zamanlar doğanın hüzünlü üvey oğlu Finli balıkçıların,
Dipleri bilinmez bu engin kıyılarda yapayalnız,
Harap ağlarını attıkları yerlerde,
Şimdi, sarayların ve kulelerin zarif kütleleri yükselmekte;
der
İçini gezerken çarların saraylarının aksine küçüklüğünden ve sadeliğinden gözlerimize inanamadığımız Fiyodor Dostoyevski’nin, Dostoyevski sokağındaki müze haline getirilen evi halen bıraktığı gibi. Bu evde yazdığı “suç ve ceza” nın karalamalarının yanında kitab eski ciltleriyle birlikte masanın üzerinde duruyor. Yine yazar “Beyaz Geceler” kitabını da burada yazdı Dostoyevski bu kentin sokaklarında yaşayan insanların davranışlarından yola çıkarak Rus insanın ruh halini yazdı. Kim bilir belki de kendini yazdı.

KÜRESEL ŞİRKETLERİN TEHDİTİ ALTINDA

Devrimlere ve savaşlara dayanan kent ulusal ve küresel şirketlerin tehdidi altında. Ticaretin içten fethine uğrayan kent hissedilmeden tüketiliyor. Her biri sanat eseri sayılan heykellerde süslenen yapıların içine bankalar, devlet kuruluşları, özel şirket ve Mc. Danıltslar yerleşmiş turumda. Kente hayat veren bu tarihi mimarisi, heykelleri ve kabartmaları hissetirilmeden tahrip ediliyor. Kentin her yerinde kültürel ve sanatsal dokusunu kirleten, görüntüsünü bozan reklam tabelaları ve tüketim ikonaları ile dolu. Bu seferki kuşatma almanlar gibi dışardan dağil içeriden bir fetih.
Şehir mimarisi monarşi ve dinsel yaşam biçiminin en yoğun kodlarına göre imar edilmiş ve ikinci dünya savaşında büyük oranda tahrip edilse bile Sovyet Rusyası tarafından kendi geçmişine uygun bir biçimde yeniden onarılmış. Her sistem kendi rejiminin karşıtı yapılar ve kodlara rağmen kendi tarih ve kültürel mirası olarak görmüş ve korumuştur. Örneğin kentin tüm kilise, Katedral ve camileri onarılmış ve korunmuş. Yine çarlara ait tüm yapılar ve eserler müze haline getirilmiş. Ancak ticaret mantığı ynı özeni göstermiyor. Müze haline getirilen tarihi yapıların ziyareti çok fazla ticarileşmiş. Yine bu nitelikteki diğer yapılar ticari mekanlar olarak kullanılabiliyor.
Şehir tarihî, kültürel ve mimarî öneminden dolayı UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi ‘ne alınmış. Beklide bu kadar renkli ve çeşitli geçmişini bir bütün olarak koruyan dünyanın tek kenti. Diğer taraftan Avrupa Mimarları Birliği’nin de koruması altında bulunmasına rağmen buna aldırış eden yok..
Yeni şehir bir yandan restore edilirken bir yandan da tarihi yapıları ulusal ve küresel şirketlerin ticari mekanı olmaktan kurtulamıyor.

RAHMİ YAĞMUR
St.Petersburg 20.06.2008

Kaynak: http://www.uzaklar.com/beyaz-gecelerde-st-petersburg/

Sokaktaki adam ve rimeli ıslak kız

Suat Taşpınar

Ben sokaktaki adamım. Ne zaman ne cehennemden çıkıp geleceğimi Tanrı bile bilmez. Şeytan, ‘Belki bir hüner kaparım’ umuduyla gölgemi takip eder.

Bu şehrin her kaldırım taşını, her sokağını elimin ayası gibi bilirim. Ama yine de çıkmaz sokaklarda kaybolur, tozlu kaldırımlarda sendeler düşerim. Sizin haberiniz bile olmaz. Moskova’yla bir hukukumuz vardır; birbirimizin sırrını açık etmeyiz. Ben sokaktaki adamım. Veyahut onun Moskova’daki adamıyım. Çünkü aslı, her daim Dersaadet’in sokaklarını arşınlar. Bilen bilir; babası Attilâ İlhan’dır. İşte ben ‘göbek bağıyla’ değilse de ‘gönül bağıyla’ akraba bilirim kendimi. Durumdan vazife çıkarırım. “Taklit en iyi takdirdir” diye kendimi aklarım.

Ben sokaktaki adamım. Allah’ın her ikindisinde, Gogol heykelinin dibindeki bankta, sırtını Arbat tarafına vererek bir pinpon ihtiyar oturur. Kılık kıyafete değer biçenler ‘mahallenin delisi’ sanır. İşi güvercin beslemektir. Etrafında koca şehrin gürültüsü, uğultusu, koşuşturmacası hiç bitmez.

Ben o adamım işte. Onlar ‘boş işler’in peşinde helak olur, ben etrafa ekmek kırıntıları saçar, kuşlarla hasbıhal ederim. Rahmetli dedem, “Bir işi ya âşık olduğun zaman iyi yaparsın, ya da muhtaç olduğun zaman” derdi. Çok düşündüm, “Ben hangisiyim?” diye. ‘Muhtaç’ olduğuma karar verdim. İşimi çok iyi yaparım. Bir de kuş besleyecek vakti olmayan insanları affetmesi için Tanrı’ya dua ederim.

Ben sokaktaki adamım. Her akşam karanlık çökünce Malaya Kalujskaya Sokağı’nın sonundaki kaldırımda ‘pazar’ kurulur. Bu sokak hüzün haritasıdır. Bin türlü hayalin, umudun peşinden Moskova’ya gelen, maçı daha baştan kaybeden, mecburiyetten kendini şehvet pazarına çıkaran kızlar öbek öbek toplanır. İşte orada ucuz saç boyası dökülen, rimeli ıslak tıfıl bir kız durur, ben oyum. “Kader bu, dert etme, devam et” diyen şeytanım solumdan, “Herkes kendi kaderini yaratır, vazgeç” diyen meleğim sağ yanımdan çekiştirir. Ben her defasında, karar veremeden bir müşterinin arabasında bulurum kendimi. Sizin işlediğiniz günahların kefaretini öderim. Ve Moskova’ya her gece lanet ederim.

Ben sokaktaki adamım. Elim fena titiriyor. Az evvel birini öldürdüm. VDNH metrosundan bir taş atımı uzakta. Tabancamın namlusu hâlâ sıcak. ‘Kiralık katil’ diyorlar benim gibilerine. Bense ‘ekmek parası’ deyip geçiyorum. Kurbanım ünlü bir gazeteciydi. Mertliğe yeltenmedim. Arkadan vurdum. Yüzümü görmedi. Göz göze gelsek belki korkar, tetiği çekemezdim. Bu şehirle de göz göze gelmekten korkarım, ışıklı caddelerde değil izbe, karanlık sokaklarda görürüm işimi. Bu şehir ‘faili meçhul’ cinayetlerle kan kaybeder. Korkunun krallığı hüküm sürer bu şehrin arka sokaklarında.

Ben sokaktaki adamım. İyi tanırsınız beni. Yolda karşılaşmış, hatta belki selamlaşmış olabiliriz. Her an her yerdeyimdir. Her kılığa girerim. Moskova’nın her tramvayından ben inerim. Eskiden Patriyarşi Prudi’den geçer, Bulgakov’a rahmet okurdum. Zengin muhiti oldu orası, tramvay kaldırıldı, şimdi bazen göletin kenarında avare adımlarla dolaşırım. Bazen Kırım köprüsünün dibinde nehrin kahverengi sularına olta sallayan emekli ihtiyarımdır. Derdim balık değil vakit öldürmektir, sizi temin ederim! Akşamları Puşkinskaya metrosunun önünde taze kır çiçekleri satarım. Çok değil 80 rubleye. Ama insanlar gidip kokusuz ithal gülleri alır. Benim üstüme, satamadığım çiçeklerin kokusu siner. Sokaktaki milletin topuna küfrederim!

Ben sokaktaki adamım, bir yerden gözünüz ısırır beni. Night Flight’ın önünde taksicilik yaparım. Pis iştir. Bekçilerle işe gider, çöpçülerle eve dönerim. Zengin yabancıları ve kulüpten aldıkları fahişeleri pahalı otellere taşırım. Yabancılardan nefret ederim.

Bizim ülkemizi soyup soğana çevirirler dinine yandığımın adamları. Biz köpek gibi, onlar kral gibi yaşar. Vaktiyle mühendislik yaparken bugün buraya düşmek reva mı diye dertlenirim. Susarım, içimden ağız dolusu küfrederim, bir tek sokaklar işitir.

Ben sokaktaki adamım. Bazı geceler Lenin Tepesi’ne çıkar, ayaklarımın altında uzanan şehrin ışıklarına dalar giderim. İçimde bir şeyler kıpırdar, bir sigara ve bir çakmak sesi harcarım. Hele bir de denk gelip nehir kenarından havai fişekler atılırsa, tadına doyum olmaz. Yoksulluğuna, pisliğine, düzensizliğine, adaletsizliğine kızarım ama sonunda yine de affederim bu şehri. Çünkü bu şehir her şeye rağmen ‘umudun şehri’dir. Âşık olma, mutlu olma, zengin olma umudunun şehri. Umut, bu şehrin sokaklarında gizlenerek de olsa yaşar. Tıpkı sokaktaki adam gibi.

Kaynak : http://www.uzaklar.com/sokaktaki-adam-ve-rimeli-islak-kiz/

Arbat sokağı

Rahmi Yağmur

Size bir sokağı anlatın dense ne dersiniz? Belki de çoğumuz sokak dediğin ne ki bir baştan bir başa yürüsek biter ve anlatmak istesek birkaç dakikada anlatırsın, yazmaya başlasan bir sayfa tutmaz deriz oysa değil.

Kimi sokaklar var ki içinde bir tarih gizlidir işte bunlardan biri de Moskova'daki Arbat sokağıdır. Tek bir anlatışta üzerine beş yüz sayfanın üzerinde roman yazılan bu sokak Rusya’nın hem siyasi hem de sanat tarihinin canlı tanığı gibidir.

Bu günlerde Turizm mevsiminin başlamasıyla yeniden canlanmaya başlayan Arbat sokağını bir de ben gezmek istedim. Moskova’nın ender görülen sıcak havalarından birinde Arbatskaya metrosundan iniyorum. Önüme çıkan sokak henüz yanık olan cıvıl cıvıl ışıklı tabelaları, tüm bir binayı kaplayan reklam afişleri, ve neredeyse üst üste binecekmiş gibi dizilmiş lüks otomobilleriyle düzensiz bir kentleşme ve kontrolsüz bir kapitalizme terk etmiş bir caddeyi görüyorum. Hayalimdeki arbat ile gördüğüm manzara bana beni şaşkına uğratıyor. Ve hemen yanımdaki arkadaşıma sorduğumda aldığım cevap beni rahatlatıyor. Burası yeni Arbat Sovyetler sözde eski Arbat’ın yaşam tarzını kendine ters bulunca bu yeni Arbat’ı inşa etmiş. Her türlü kentsel zevkten uzak bu beton yağını cadde insan sadece şatafatlı ama boş bir yaşam hissi uyandırıyor. Hemen yanındaki paralelinde uzanan sokağın ağzına geldiğimiz de üzerinde arabaların giremeyeceğini anlatan tabeladan Puşkin’in ve Anatolia Rıbakov’un Arbat’ına geldiğimizi anlıyoruz. Her adımında bir ressamın yanında oturmuş bir turistin yada kendi hayalindeki bir resmi yapmaya çalıştığı bu sokak halen evleri insanları ve sanatçılarıyla o büyülü otantik havasını taşıyor

ÜNLÜLERİN SOKAĞI

Anatolia Rıbakov’un kendisinin de yaşadığı, üzerine Kortik ve “Arbat Çocukları” iki kitap yazdığı, Ünlü Puşkin’in çara başkaldıran mısralarını şiirlere döktüğü Saljenitsin, Okud Jawa, Boris Bogiyev, gibi muhaliflerin yanı sıra Tolstoy, Gogol gibi dünya edebiyatının devleri, Çekov , Raxmanof dünya müziğinin ünlü sesleri yaşadığı ünlü sokak halen sanatçıların tuvalleri fırçalarıyla insanın içine ve toplumun içine taştığı bir sokak niteliğinde .

18 yy Kırım Tatarları ile Arap Tacirlerinin büyük kervanlarıyla çıktıkları Asya turlarında büyük kervansarayı ile önemli bir konaklama ve Pazar yeri olmuş. Daha sonraları Rusyalı mimar heykeltıraşlar ve lortları için bir çekim merkezi olan Arbat inşa edilen büyük kiliseler ve güzel heykellerle de adım adım süslenmiş .

Ancak aydınlanmış yetenekli edebiyat ve sanatçıların giderek iktidar merkezlerine baş kaldırmasıyla Sanat sokağı aynı zamanda entelektüel ve muhalif siyasetin de merkezi olur.

Bu sokakta yaşayan yaşlı Ressem B.K Rubakov un tersine bu sokağın çocuklarının neden Sovyetlerin muhalifi olduğunu şöyle ifade ediyor.” Arbatın çocukları edebiyatçılar gerçektende çara karşıydılar. Bu sokak ve içindeki insanlar entelektüeller doğasıyla gerici rejimleri hazım edemiyorlardı. Ama Sovyet dönemindeki karşıtlık daha farklıdır. Arbat sakinleri yaşam tarzlarıyla rejimle çelişiyordu. Burası hiçbir zaman bir politika sokağı olmadı. Burası hep bir sanat sokağıydı ve öyle kalmalıydı.”

Gerçektende köpek sokağından sonra başlayan ve altı parke taşlar döşenen sokak eski bir kent havasını hala yaşatıyor. Eski arbat yenisinin inşası sırasında büyük bir darbe almış buradan alınan sanat eserleri sokağın doğal mimarisini de zedelemiş sembollerinden olan Matruşka bebeklerinin vazolarını hem yapan hem de satan V. V Kazlova’ya eski ve yeni Arbat’tan biraz söz etmesini istediğimizde hemen bize daha önce kendisiyle reportaj yapan Amerikanın ünlü dergilerinden birini ve içindeki fotoğrafını gösteriyor.

YAŞAMIN ÇELİŞİK

Kazlova, Arbat’tın iki yüzü olduğun belirterek şöyle devam ediyor: “Arbat, yaşamı ve çelişkileriyle Küçük Rusya’dır. Sanat tarihi kadar karanlık bir tarihi de var. Yani bir karanlık bir de aydınlık yüzü var. Bu sokakta fırçalar ve kalemler kadar silahlar da çalıştı. Gündüz Kalemlere ve fırçalar gece silahlar konuştu. Bu sokak neler görmedi ki, büyük edebiyatçılar, sanatçılar, büyük müzisyenler, lortlar gördü ama bir o kadarda faili meçhul cinayetler, mafya hesaplaşmaları, beyaz kadın ve uyuşturucu tüccarlarını gördü. Buranın bilineni kadar bilinmeyeni de var.”

Bir karanlık ve bir de aydınlık yüzü var. Bu sokakta fırçalar ve kalemler kadar silahlar da çalıştı. Gündüz kalemler ve fırçalar, gece silahlar konuştu. Bu sokak neler görmedi ki; büyük edebiyatçılar, sanatçılar, büyük müzisyenler, lortlar… ama bir o kadarda faili meçhul cinayetler, mafya hesaplaşmaları, beyaz kadın ve uyuşturucu tüccarları… Buranın bilineni kadar bilinmeyeni de var.

Arbat, 18. yüzyılda Kırım Tatarları ile Arap Tacirlerinin büyük kervanlarının Asya turları için büyük bir kervansaray ve önemli bir konaklama yeriydi. Aynı zamanda bir pazaryeri olan Arbat Rusyalı mimar, heykeltıraş ve lortları için de bir çekim merkeziydi. Sokak inşa edilen büyük kiliseler ve güzel heykellerle süslenmiş. Daha sonra aydınlanmış yetenekli edebiyat ve sanatçıların giderek iktidar merkezlerine baş kaldırmasıyla bu sanat sokağı aynı zamanda entelektüel siyasetin de merkezi haline gelir.

KAPİTALİZMİN AYNASI

Sokakta müze haline getirilen Puşkin’in eski evinin yanında numaralandırılmış birçok ev de tarihi kişiliklere ait. Süslü nostaljik evlerinin arasında uzanan sokağın yeri parke taşları ve yer yer üzerine sembol ya da yazılarla bir yerlere ve ya birilerine atfedilmiş mermer taşlarda yer alıyor.

Ana sokağın her iki yanına dizilmiş sokak ressamları ve önlerinde poz veren Moskovalıların yanı sıra Rusya’nın sembollerinin yer aldığı küçük hediyelikler satan sokak satıcıları art arda sıralanmış. Ancak ilerleyen saatlerde biraz daha kenarlara, kuytulara bakıldığında yaşamını kazanmak için çöpleri karıştıran yoksul yaşlılardan, banklara sızmış ayyaşlara rastlamak mümkün. Geçmişteki sanat, edebiyat ve muhalif ününün tersine bugün yeni ve eski Arbat kendini Kapitalizme terk eden Rusya’nın aynası gibi.

Kaynak : http://www.uzaklar.com/arbat-sokagi/

8 Eylül 2010 Çarşamba

Rus edebiyatının yeniden dirilişi













HANDE ÖĞÜT
Radikal


Son dönemde çağdaş Rus yazarlar Türkçeye çevrilmeye başlandı. Viktor Pelevin, Andrey Kurkov, Liyudmila Ulitskaya, Irina Denezkina gibi yazarlar Rus edebiyatının dirilişinin müjdecileri


Bir hayatım tamamlandı, şimdi başka biri başladı.
Diriliş;
Tolstoy

Nabokov'un aktardığına göre Tolstoy'un, yaşlılık yıllarında canı hiçbir şey okumak çekmez, artık yorulmuş, bıkmıştır. Sadece tek bir romanın kendisini heyecanlandırdığını söyler, kitabın adı, Anna Karenina'dır. Klasikler böyledir; insan kendi yazdığına bile yabancılaşıp onu yeni bir eser gibi okuyabilir. Sıradanlığa, rutine ve yaşamın olanca acımasızlığına karşı panzehirdir Gogol'ün, Dostoyevski'nin, Tolstoy'un, Turgenyev'in, Çehov'un eserleri. Edebi sanatın amacını sıradanlık ve tekdüzelikten kurtuluşta bulan Viktor Shklovsky'ye göre klasikler bu edimi, yabancılaştırma ile yapar. Yabancılaştırmanın iki işlevi vardır: Gündelik yaşamda yitip giden duyumsamaların sanat yoluyla yeniden kazanımını sağlamak ve sanat geleneğinin sürekli yenilenmesine hizmet etmek. Tolstoy'un, kendi kitabını yeniden diriltmesini de burada aramamalı mı öyleyse?

Pelevin'in şapkası
Yabancılaştırma yönteminde, yeni çarpıcı deyişler icat edilir, anlatı parodiye yaslanarak sanatsal teknikleri vurgulanır. Nitekim çağdaş Rus yazarlardan Mariya Vardenga 'Yazar Pelevin: Yeni Edebiyat Konusunda Bir Ders' adlı öyküsünde, devrim sonrası ülkesindeki edebiyata yaklaşımı ironize eder. Bir edebiyat öğretmeninin öğrencilerle diyaloğunun esas alındığı öyküden ülkenin yeni yazın ikonunun Viktor Pelevin olduğunu, gençleri, televizyon ve internet bağımlılığından nasıl kurtardığını öğreniriz: "Böylece, çocuklar, anlamış bulunuyoruz ki, Pelevin, sosyalist düzen-budizm olarak belirleyebileceğimiz yeni formasyonda sosyal realist bir yazar. Çernişevski'nin sanat metodunu yeniden gözden geçirdikten sonra, yazar bize alışık olmadığımız bir formda, olmak ya da olmamak, ne yapmalı, suçlu kim gibi, ebedi soruların yanıtıyla ilgili ipuçları veriyor. Evde yazarın buluşu üzerinde düşünün çocuklar. Şimdi, haydi diskoteğe!"
Vardenga, parodiye başvurarak, bir yandan 'taklit' ettiği edebi arkaplanın biçimsel özelliklerini vurgularken diğer yandan mizahı kullanarak yazınsal geleneği canlı tutar; tıpkı Pelevin gibi... Zira Viktor Pelevin'in, Homo Zapiens'te kapitalizmin yeni yeni yeşerdiği, kokainin, mafyanın ve serbest pazarın eni konu yerleştiği Rusya'yı anlatır bize. Bir yüzyıl içinde iki sarsıcı devrim yaşamış, büyük bir imparatorluğu kurup kaybetmiş, uzayı fethetmiş ama kendi ülkesini fethetmekte başarılı olamamış bir ulustur bu. Zalim bir zekâyla yazdığı bu romanında televizyon çocuklarını, seyirci kalmanın anlamı üzerine düşünmeye çağırır Pelevin. İç savaşta ölen ve sonradan Rus folkloruna mal olan Çapayev'i tema edindiği Buda'nın Serçe Parmağı'nda yine ironik üslubuyla Rusya'nın içine düştüğü boşluğu çırılçıplak göz önüne serer; Böceklerin Yaşamı'nda klasik Rus edebiyatının yeraltı insanına gönderme yaparak duyargaları tüm tehlikelere açık karıncaları, kızböceklerini, kozasında kıvranan krizalitleri ve ışığa uçan pervaneleri anlatır. Omon Ra ise Sovyet Uzay Programı üzerine acımasız bir hicivdir. Pelevin'den etkilenen çağdaş yazar Sergei Lukyanenko da fantastik türdeki Night Watch, Day Watch ve Dusk Watch'da, internet bağımlılığı üzerinden günümüz Moskova'sını anlatır. İlginç yanı kahramanlarının vampir oluşudur; Kızıl Meydan ve vampirler, Rus Balesi ve vampirler... Anlaşılan, klasik dönemin yazarları "Gogol'ün paltosu"ndan çıktıysa, günümüz yazarları da siberçağın üstadı Pelevin'in şapkasından çıkacaktır!
Marksist düşünür Bakhtin biçim ve üslup kaygılarına kuşkuyla yaklaşan çağdaşı Lukacs'dan farklı olarak biçimi de önemser. Ancak biçimsel değişimleri, keyfi teknik oyunların değil, yeni görme biçimlerinin sonuçları olarak değerlendirir. Peki nedir bu yeni görme biçimleri?
Tolstoy'un başyapıtı Diriliş'in kahramanı Nehlûdov'un ikinci yaşamındaki yenilik, başka yaşama koşullarına uymasından çok, o zamandan başlayarak onun için her şeyin bambaşka bir anlam almasından ileri gelir. Yeni Rus yazarlar da bir yandan geçmişin izleriyle uğraşırken yeni yaşam koşullarında değişen mânâları bulma uğraşındadırlar.

Devrim sonrası çözülme
Romanı "günlük konuşmaya karşı örgütlü bir şiddeti" temsil eden tür olarak addeden ve analitik yöntemleri günümüze dek geçerliliğini koruyan Rus Biçimcileri'nin etkisi, 1930'da Stalin tarafından yasaklanıncaya dek sürer. Stalin'in ölümünden sonraysa bir 'çözülme' dönemi başlar; baskıların gevşediği, yeni bir çağın başladığına dair duygulanımlar ağır basar. Çözülme imgesi, liberal bir iyimserlik eğilimidir şüphesiz. Ancak devrim sonrası yazılan romanlara baktığımızda Sovyetler'in geçirdiği değişim, hiç de iç acıcı bir atmosfer sunularak anlatılmaz. Buna mukabil, yepyeni teknik arayışlara gidilir; postmodernizm kendini güçlü biçimde hissettirir, uzun yıllar Rus edebiyatında 'hayat öğretmeni' görevini yürüten yazar, görevini bırakır, simgelerle yüklü bir anlatıma rastlanır. Yayımlanışından ancak yüzyıl sonra dilimize kazandırılan, simgeci Rus yazar Andrey Belıy'in ünlü romanı Petersburg, 20. yüzyıl Rus edebiyatının arayışlarına önemli bir kaynaktır. Ekim Devrimi öncesi Petersburg'da geçen roman, devrimle de karşı-devrimle de, devrimciyle de karşı-devrimciyle de dalga geçer. Fakat hepsinden önce, Ataol Behramoğlu'nun belirttiği gibi, resmî, kanıksanmış, basmakalıp olanın üstündeki hastalanmış deriyi acımasızca çekip çıkarır... Goncourt ve Médicis ödüllü Andrey Makine de Bir Sovyet Kahramanının Kızı'nda, Sovyetler Birliği'nin, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana geçirdiği köklü değişimleri, bir Rus ailesinin dramı çevresinde işler. İdeallerin ölüşünü, uğruna savaşılan değerlerin çöküşünü, değişime ayak uyduramayarak yitip giden bir kuşağı lirik üslubuyla anlatan Makine, birçok eleştirmen tarafından Nabokov'la kıyaslanır. Modern çağın büyük üslupçusu Nabokov da bir anka kuşu gibi devrimin ve sürgünün ateşinden ve küllerinden doğmuştur. İnsanın ikizi temasını, çıldırışı tüm eserlerinde işleyen yazarın kitapları, bireyleşememiş yeni çağ insanının dramını aktarır.
G. Orwell ve A. Huxley'in esin kaynağı, kuşağının en radikal yazarı Yevgeni Zamyatin, Onlar ve Biz adlı romanlarında, totalitarizm tehlikesine işaret ederek, anti-ütopyayı radikal bir eleştiri silahına dönüştürür. Komünizm sonrası edebiyatta nesir, gündelik yaşamın bunalımını, gerçeğin parçalanmasının yollarını yansıtmak isteyen mitolojik bir gerçekliğin yollarını arar. Çağdaş Rus edebiyatında en çok görülen türlerden biri de bir özgürlük vaadi öneren bilimkurgudur. Harap olmuş bir ülke temeli üzerine fabl ve bilimkurgu arasında bir eser olan ve belleği yok olmuş bir otomat insanı anlatan Gün Uzar Yüzyıl Olur'da (Cengiz Aytmatov) modern dünyanın, insanı çılgınca yok edişi anlatılır. Ki çağdaş Rus yazarların karakterleri ya çok kiniktir ya da çılgın. Andrey Kurkov Buz Üstünde Piknik'te yalnızlıktan bunalan, sonunda çalıştığı hayvanat bahçesinden bir pengueni kendine arkadaş seçen Viktor'un kaosuna odaklanırken; bilimkurgu edebiyatının önemli ismi Arkadi ile Boris Ştrugatski kardeşler Yokuştaki Salyangoz'da, insanca bir yaşamın hasretini çeken iki entelektüelin öyküsünü karanlık bir orman atmosferinde aktarır. Anatoliy Vasilyeviç'in Gogol'ün Kafası ise çeşitli ülkelerde ve zamanlarda geçen fantastik olayların, kafalarla bağlantı kurularak anlatıldığı bir romandır. Genç kuşak yazarlardan Aleksandr Ikonnikov'un Lizka ve Erkekleri romanı, 'kadın' endeksli bir yeni dönem anlatısıdır. Günümüz Rusya'sında özgür ve bağımsız olmaya çabalayan Lizka'nın hayatına giren tüm erkekler, Rusya'nın ta kendisidir aslında. Ya Rusya'nın kadınları kimdir?
Rus kadın edebiyatı 1900'lerin ikinci yarısında eserler veren Zinaida Gippius, Teffi ve Anna Ahmatova dışında kadın yazara rastlanmaz. 1907'de ilk Oset kadın yazar Roze, Gedı Leg (Yalancı Adam) adlı komedi türü piyesinde ve pek çok makalesinde kadınlara seslenerek başlık parasına karşı çıkmalarını, kendilerini sattırmamalarını öğütler. Dönemin romantik şairi Marina Tsvetayeva da kadınlara seslenir, ancak Stalinci devlet anlayışı tarafından dışlanarak Sibirya'ya sürgüne gönderilir. Bağımsız bir kadın olduğundan mülteci olarak yaşamakta zorlanır ve 1939'da tekrar SSCB'ye döner, fakat yoksulluğa ve aşağılanmaya dayanamayarak kendini asar. 'Kaçmayalım Cehennemden' adlı şiiri, makus talihine dair trajik bir umudu barındırır: "Kibar kızlar, benim sevgili kız kardeşlerim, / Emin olun bulacağız kendimizi cehennemde!"
Bir Büyük Aşk ve Kızıl Aşk adlı kitapları dilimize çevrilen Alexandra Kollontai, eserlerinde savaş sonrası dönemin cinsel yaşamının psikolojik irdelemesini yaparken Eşlik Eden, Kara Acı, Uşak ile Yosma adlı kitaplarıyla tanınan Nina Berberova da aşktan ve göçün getirdiği acılardan söz eder. Hayatından damıttığı kahramanlarının mutsuzluk, yoksulluk ve yoksunluğa karşı tek silahı vardır: Korunan ve savunulan bir yalnızlık, geleneksel Rus ruhunun kinizm ve nihilizmi. Bu iki özellik Berberova'nın kahramanlarını ayrıksı kılar. Dostoyevski'ye özgü ruhsal bir yeraltından çıkan, metafizik boyutları içinde amansız yaşamı simgeleyen Astaçev Paris'te 'nin yanı sıra Mozart'ın Dirilişi'nde, İkinci Dünya Savaşı arifesinde kendi halinde, duyarlı bir kadının karanlıkla savaştaki ümidine tanık oluruz. Çünkü Berberova da Julia Voznesenskaya gibi sürgünlüğü yaşamış ama umudunu hep yüksek tutmuştur. Sovyetler'in ilk bağımsız kadın kulübü Maria'nın kurucusu olan Voznesenskaya, Kadınlar Dekameronu'nda, Leningrad Doğumevi'nde bir araya gelen değişik kesimden on kadının birbirlerine anlattığı öyküleri aktarır. Aşk, bağımlılık, kadın erkek ilişkilerine ilişkin deneyimler, Sovyetler Birliği'nin de genel tablosudur.
Genç yazarlardan, Çehov'un mirasçısı Liyudmila Ulitskaya, Yoksul Akrabalar'da, Rus toplumuyla ilgili gerçekleri çok az çağdaşının betimleyebildiği şekilde açığa sererken 1996 Medicis Yabancı Roman Ödülü kazanan Soneçka, 1930'larda Sovyetler Birliği'nde yaşanan kargaşadan, ev içi yaşamın tekdüzeliğinden edebiyata sığınarak kaçan küçük Sonya'nın dünyasına götürür bizi. Rusya'da 'best seller' olan, Irina Denezkina'nın Bayan Ölüm Chat Odasında, on ilginç öykünün toplamıdır: İlk cinsel deneyimler, müzik, alkol, hızlı değişen ve bazen de paralel yürütülen ilişkiler... Ünlü polisiye yazarı Alexandra Marinina, Stilist'te yine 90'ların Moskova'sını zemin alır. Yaşları on dört ile on yedi arasında değişen ve tümü de eşcinsel olan erkeklerin ölümünü araştıran kadın dedektif Anastasia Kemanskaya, tutkunu olunacak bir tiplemedir gerçekten. Rus asıllı Türkiyeli yazar Ludmilla Denisensko da Bir Erkek Sevdim O Yoktu, adlı öykü kitabında kadın-erkek çatışmasını tema edinir. Bir teşbih ustası olduğu kadar güçlü bir kadın duyarlığına da içkin olan Denisenko'nun öykülerinde, hayatların yerle bir oluşları kadar yaraların otandıklarına da şahit oluruz.

Derin bir yalnızlık
Adını öykü, masal ve tiyatro oyunlarıyla duyuran Bir Numara ya da Başka Olanaklar Sunan Bahçelerde adlı eseriyle Rusya'da şiddetli tartışmalara neden olan Lyudmila Stepenovna Petruşevskaya ise günümüz Rus edebiyatının en önemli kadın yazarı. Sosyalist gerçekçilik yerine postmodernizmi benimseyen Petruşevskaya, eserlerinde yarattığı Rus kadını imgesiyle geleneksel idealleri alt üst ettiği için büyük tepki görür. Petruşevskaya'nın eserlerinde kadın, edebiyatın konusu olmaktan çıkarak edebiyatın sesi olmayı başarır ilk kez. Nitekim kadın hep erkeğin bakış açısıyla algılanmış, Puşkin'in Yevgeni Onegin'indeki fedakâr Tatyana, Rus kadına rol modeli olmuştur. Petruşevskaya'yla birlikte kadın bir ses, varlık kazanır. Sosyal statüleriyle, fiziki yapılarıyla, karakterleriyle birbirlerinden çok farklı da olsalar, paylaştıkları ortak bir kader vardır bu kadınların: Derin bir yalnızlık! Ama yazı da, işte bu yalnızlık içinden çıkar. Bedenin gerçek yalnızlığı, yazının dokunulmaz yalnızlığı haline gelir.

Yeni rus yazalar
• BUDA'NIN SERÇE PARMAĞI
Viktor Pelevin, çeviren: Bülent O. Doğan, İş Bankası Kültür Yayınları
• BUZ ÜSTÜNDE PİKNİK
Andrey Kurkov, çeviren: Yıldıray Karakiya, İletişim Yayınları
• YOKUŞTAKİ SALYANGOZ
Arkadi Ştrugatski, Boris Ştrugatski, çeviren: Selahattin Erkanlı, İletişim Yayınları
• STİLİST
Alexandra Marinina, çeviren: Ergin Altay, Merkez Kitapçılık
• LİZKA VE ERKEKLERİ
Aleksandr İkonnikov, çeviren: Metin Alemdar, Merkez Kitapçılık
• SONEÇKA, YOKSUL AKRABALAR, MEDYA VE ÇOCUKLARI
Liyudmila Ulitskaya, çeviren: Mehmet Özgül, Doğan Kitapçılık
• BAYAN ÖLÜM CHAT ODASINDA
Irina Denezkina, çeviren: Barış Konukman, İnkılap Kitabevi
Bir Erkek Sevdim O Yoktu , Ludmilla Denisensko, Heyamola Yayınları
• GOGOL'ÜN KAFASI
Anatoliy Vasilyeviç, çeviren: Tansu Akgün, Everest Yayınları (yayıma hazırlanıyor)

6 Eylül 2010 Pazartesi

Moskova`nın kuruluşunun 863. yıl dönümü








Moskova festival alanına döndü

Moskova`nın kuruluşunun 863. yıl dönümü törenleri çerçevesinde düzenlenen etkinliklerle şehir festival alanına döndü.

Moskova Günü törenleri Kızıl Meydan`daki meçhul asker anıtına koyulan çelenk ile başladı. Törene; Moskova Belediye Başkanı Yuri Lujkov, gaziler, çeşitli dini ve inanç temsilcileri ve vatandaşlar katıldı.

Törende konuşan Lujkov, `Moskovalıların bu güzel bayramını en içten duygularımla kutluyorum!` dedi. Devlet Başkanı Dmitri Medvedev ve Başbakan Vladimir Putin de başkentlileri bayram vesilesiyle kutladı. Medvedev kutlama mesajında, Moskova`nın kalkınmasının önemine değindi.

Putin de mesajında , `Moskova`yı sevenler için bu bayram çok kıymetli. Moskovalılar her zaman konuksever, alçak gönüllü ve çalışmayı seven insanlardır` ifadesini kullandı.

Etkinlikler çerçevesinde, Belediye Başkanı Lujkov, Strogino semtinde buz patenti ve Kolomenskoe milli ormanında ise Çar Aleksey Mihailoviç Sarayı`nın açılışını yaptı.

Moskova Günü bayramı çerçevesinde yapılan etkinliklerin en renklisi ise polislerin koşu yarışması yapması oldu. 15 kilometrelik koşu yarışmasına başkent Emniyet Müdürlüğü`ne bağlı güvenlik güçleri katıldı. Moskova Emniyet Müdürü Vladimir Kolokoltsev yarışmayla ilgili yaptığı açıklamada, `Spor, güç, dayanıklılığı, iradeyi üreten bir özellik. Dolayısıyla Moskova polisi olarak spor çalışmalarına çok önem veriyoruz.` dedi.

Moskova Günü etkinliklerine 2,2 milyondan fazla kişi katıldı. Moskova polisi kutlamalarda herhangi olumsuz bir olayın yaşanmadığını duyurdu. Etkinliklerde toplam 16 bin güvenlik görevlisi görev aldı.

Eskimeyen bir yazarın yılı


İlber Ortaylı
Milliyet


Lev Tolstoy 9 Eylül 1828’de doğdu. Türkiye onu Fransızcadan yapılan çevirilerle tanıdı. Ama orijinal dilinden yapılan çeviri serisi de tamamlanmış durumda. Hasan Ali Ediz ile başlayan Rusçadan Tolstoy çevirileri genç kuşakla devam ediyor. Anglo-Sakson dünyası için Tolstoy kendi klasik yazarları kadar önde giden bir isim, daha çok önde giden ise Dostoyevski... İnsan ruhunu bu iki yazar kadar girdisi çıktısıyla kim izleyebilir, hangisi daha üstün tartışılır. İki yazar da fazla tarihçi değiller, Tolstoy Dostoyevski’ye göre tarihi çok kullansa da o da bulunduğu çevreyi ele almıştır.

Beşeriyet tarihinin dönüm noktası sayılabilecek 1828-1910 döneminde, 82 yıllık bilinçli ve gözlemci bir ömür büyük bir fırsattır. St. Petersburg’dan Kafkaslar’a, Kırım Savaşı’ndan 1905 devrimine kadar Rusya’yı yöneten bir ailenin üyesi olmak romancının ötesinde bir birikim getirir. Üstelik Tolstoy oportünist veya şöhret meraklısı değildir. Rusya devletini modernleştiren bürokrat ve generallerin ailesindendir ama devlete ve devlet hizmetine başından karşıdır.

Anna Karenina’nın anlamadığı gerçek

Tolstoy’un dünyaya ve yurduna bırakmış oldu miraslar şöyle sayılabilir: Universal aydın grubun Hıristiyan anarşist düşüncesi; sık sık edebi şovenizmi zorlayan bir edebi tutuculuk; Stalin devrinde ailenin ve yazarın isminden yararlanan yeğeni Aleksei Tolstoy... Ama Tolstoy’un kendisi beşeri düşüncenin üzerinde başka bir mirastır. Taklit edildiğinde can sıkıcı bir gelenektir. Tekrar tekrar okunduğunda ise nesillerin ufkunu açar. Onun tarif ettiği Rusya’yı Rusya’da bile aramayın, bulamazsınız. Ama o Rusya her yerde vardır ve her zaman başka ülkelerin ve insanların adeta özlem duydukları bir kültür olarak onun kaleminden dökülür.

Tolstoy “Anna Karenina”da gününün ortamında karakterlerini çizer. St. Petersburg muhitinin hürmet ettiği Aleksandr Karenin Başkırlara karşı acımasızdır, onları toprağından sürer. Karısına ve çocuğuna karşı acımasızdır. O cemiyette katı ahlak kurallarına kimse uymaz ama o kuralları değiştirmeye kimse kalkışamaz zira merhametsiz bir dünyanın ortasında yalnız kalır. Anna Karenina’nın anlamadığı gerçek budur. Dolayısıyla kendi içinde dürüst, iyi yetişmiş o güzel kadın (bir baloda rastladığı Aleksandr Puşkin’in güzel kızını Anna Karenina olarak okuyucusuna betimler) yalnızlığa ve ölüme mahkum olur.

Tolstoy’un kendi hayatı da Astapova adlı bir istasyonda bitti; mülklerini köylülerine taksim etmek isteyince ailesiyle çatışmış ve evi terk etmişti. Nereye gitmek istediği hâlâ malûm değil. Garip, “Anna Karenina” romanı bir tren kazası ile başlar, trenin önüne atılan Anna’nın hayatı ile biter. Tolstoy da hayatının bir istasyonda hareket memurunun evinde biteceğini biliyor muydu?
“Savaş ve Barış” 1812 Rusya’sının romanıdır. Manzaralar malum, St. Petersburg ve Moskova’da düzgün insan çok az. İdeal tipler tarihten getirilme, mesela ihtiyar prens Volkonsky gibi. Ama Napolyon romandaki bütün Rusları bir gaye etrafında birleştiriyor. Gerçekte de öyleydi.
Rusya’nın Çarlardan evvel tarihte ağırlığını duyuran bir sülalesinden geliyordu. Bunlar bütün 17,18 ve 19’uncu asır boyu ünlü generaller, bakanlar, hatta Aleksey Kostantinoviç Tolstoy gibi yazarlar bu ailedendi. 1700’de İstanbul Antlaşması’yla Türkiye’ye ilk gelen mukin büyükelçi Piotr Tolstoy da yazarın büyük dedesidir.

Kasım ayında onun 100’üncü ölüm yıldönümü; Lev Tolstoy’un romanları üzerinde o ay daha çok durulması lazım. Tolstoy Rusya’nın Balkanlara müdahalesini tasvip etmiyordu. Bu konuda Karl Marx ve Friedrich Engels’e paralel düşünüyordu denebilir. Büyük adamlar farklı düşünür ve doğrulara daha farklı yerlerden işaret ederler. Tolstoy eskimeyen bir yazar ve her zaman için bir düşünür.

Tolstoy'un Hayatı













Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910)

Tarih sahnelerine çıkışları ve medeniyet hayatına ilk adımlarıyla yakın zamanlarda karşımıza çıkan Rus Edebiyatı da başlangıçta çok yalın ve dar bir çerçeve içindeydi; ancak XVII.yüzyıldan sonra gelişim sürecini başlatan Rus edebiyatı, XIX.yüzyılda yetişen büyük ustalarla en iyi meyvelerini verdi.

Rus edebiyatında olduğu kadar, zamanımızın fikir ve edebiyat sahasındaki realist görüşleriyle derin izler bırakanlardan biri de Lev Nikolayeviç Tolstoy'dur. 19.yy Rus Edebiyatının önde gelen dramatik yazarlarından olan Kont Lev Nikolayeviç Tolstoy, 9 Eylül 1828'de varlıklı ve asil bir ailenin çocuğu olarak Moskova'nın 150 km. güneyinde, Tula eyaleti, Yasnaya-Polyana kasabasında ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. Soylu ve kökleri 14. yüzyıla kadar giden ve I.Petro zamanında sivrilmiş toprak zengini bir aileye mensuptu. Babası bir kont, annesi ise prensesti. Babası Kont Nikolay İlyiç, aynı zamanda 1812 yılı Napolyon savaşlarına katılmış emekli bir yarbaydı. Tolstoy'un kendisinin de kont unvanı vardı. 26 Nisan 1831'de, henüz üç yaşındayken, annesinin ölümüyle öksüz kaldı. Annesinin ölümü ile 36 yaşlarındaki babası çocuklarına halalarını vasî tayin etti. Burada aldığı dinsel eğitim, Tolstoy'u derinden etkiledi.

Tolstoy, sekiz yaşına geldiğinde, babası artık onların ciddi bir eğitim alma zamanının geldiğini düşündü ve çiftlik hayatını bırakıp Moskova'ya taşındı. Moskova'daki bu yıllarda, Tolstoy'un başarılarını halası "Bu çocukta bir deha var. O küçük bir Moliere." diyerek ifâde eder. Gün geçtikçe Tolstoy, kendi sahasında ilerliyordu. Henüz dokuz yaşındayken, 1837 yazında babası bir cinayete kurban gitti. Bir seyahat esnasında uşağı, yanındaki para için onu zehirledi. Babalarının ölümüyle, babaanneleri de fazla dayanamadı ve hayata gözlerini yumarak çocukları tamamen halalarına terk etmiş oldu. Bu olaydan sonra büyük çocuklar Nikola ve Serge, Moskova'da kalırken; Dimitri, Lev ve Maşa çiftliğe geri döndüler.

1840 yılına kadar çiftlikte kaldılar.1841 yılı sonlarında ölen Aleksandra hala, onları Tatiana halaya bıraktı ve yeni vasî, onları kocasının yaşadığı Kazan şehrine götürdü. Eniştesinin davranışlarındaki kötü örnekler, Tolstoy üzerinde derin bir tesir bıraktı ve onun hayatına yeni bir yön verdi. Delikanlılık çağına henüz girmiş olan Tolstoy, şimdi Fransızca konuşan, kıyafetlerine aşırı derecede özen gösteren, uzun tırnaklı bir zamane züppesiydi.

1843'te Doğu dilleri okumak üzere Kazan Üniversitesi'ne girdi, ama iyi bir öğrenci değildi. Kendisini tamamen eğlence, dans, içki ve kadına kaptırmış olarak geçen bir yılın ardından sınıfta kaldı ve okulu bıraktı. Kısa bir süre sonra, 1845'te daha kolay bulduğu Hukuk Fakültesi'ne geçti. 1847'de burayı da bıraktı. 19 yaşına gelen Tolstoy'a miras olarak düşenlerin arasında Yasnaya Polyana çiftliği de vardı. İmtihanlı ve disiplinli okullarda yapamayacağını anladı ve kendisine 12 maddelik bir program hazırlayarak kendini yetiştirmeye karar verdi. "İnsan, ancak başkaları yararına fedakârca çalıştığı zaman mutlu olabilir." diyerek toprak işleriyle uğraşmak, köylülerin durumunu düzeltmek düşüncesiyle çiftliğe döndü. Bir süre burada çiftçilerin ve köylülerin hayat şartlarını düzeltmek için çalıştı. Topraklarını yönetti, kendini yetiştirmeye devam etti. Daha sonra Moskova ve Petersburg'un hareketli ortamını tercih etti. 1847-1851 yılları arasında çiftlikte kaldı ve şu yanlışları sıraladı günlüğüne: Kararsızlık ya da güç eksikliği, kendi kendini aldatma, acelecilik, yersiz utanç, keyifsizlik, şaşkınlık, taklitçilik, döneklik, düşüncesizlik.

1851'de, başıboşluktan kurtulmak amacıyla, ani bir kararla üç yıldır hiç ayrılmadığı çiftliği bırakarak Kafkasya'ya, subay olan ağabeyinin yanına gitti ve Ruslara karşı direnen Müslümanlarla savaşan ilk birliğe atandı. Burada gördüğü yoksul Kafkas halkının yaşantıları, gerçekçiliğinin esin kaynağı oldu. Sert ve Farklı iklimli Kafkaslar, zor tabiat şartları, kır ve dağ havasıyla Tolstoy'da büyük etkiler yaratmıştı; çünkü o eski, genç, yaramaz Tolstoy daha ağırbaşlı olmuştu. Kırım savaşına girmesiyle dünya görüşü değişmiş ve tecrübeleri artmıştı. İlk yapıtı olan Destvo'yu (Çocukluk) burada, çarpışmalardan ve askerce eğlencelerden arta kalan zamanında yazdı. Hatıra defterindeki 3 Temmuz 1851 tarihli sayfada “Yarın büyük bir roman yazmaya başlayacağım.” notundan, onun bu esere bu tarihlerde başladığı sanılıyor. Yitip gitmiş yaşantıları çok canlı, taze bir üslupla anlatan bu otobiyografik yapıt, dönemin en ünlü edebiyat dergisi olan ve Nikolay Nekrasov'un yönetiminde çıkan Sovremennik (Çağdaş) dergisinde “Çocukluğumun Tarihçesi” adı ve “L.N.” imzasıyla yayımlandı, hemen başarı kazandı. Önceleri kimin tarafından yazıldığı bilinmeyen bu hikayeyi eleştirmenler çok iyi karşıladılar. Eserin Tolstoy'a ait olduğunu öğrenen Nekrasov, dönemin meşhur yazarlarının aldığı telif ücretlerinin ödeneceğini bildirdi Tolstoy'a. Böylece, henüz 23 yaşındayken yazdığı ilk eseriyle kendini tanıtan Tolstoy, usta yazarlar arasında yerini almıştı. Tolstoy, bu eserindeki kahramanlarını yaşadığı çevreden, ailesinden, hatta tamamen kendi hayatından almıştır. İlerde Tolstoy'un en güçlü romanlarında görülecek olan ayrıntı zenginliği, bu ilk yapıtında da izleniyordu. Bu dönemde otobiyografik eserler olan “İlk Gençlik” ve “Gençlik”i ve ayrıca “Tipi”, “İki Süvari Subayı” ve “Toprak Ağası'nın Sabahı”nı yazdı. Kafkasya'da üç yıl kaldıktan sonra Sivastopol Savunması'na katıldı. 1854-55 arası Kırım Savaşı'nda topçu teğmeni olarak görev yaptı. Orada amirlerinin arzusu üzerine "Sivastopol Hikayeleri" isimli meşhur eserini yazdı. "Savaş, mızraklı, trampetli bir bayram değildir. Manzarası kan ve ölümdür!" diye ifade eder bu hikayesinde savaşı. Kırım Savaşı'na da katılan Tolstoy, gördükleri karşısında daha fazla dayanamayıp ordudan ayrıldı ve St.Petersburg'a yerleşti. Burada, birini radikal demokrat N. Çernisevski'nin, öbürünü muhafazakar liberal I. Turgenyev'in temsil ettikleri iki edebi kampla da uzlaşamadı ve Yasnaya Polyana'ya döndü. 1857'de Batı Avrupa'ya gitti; bir süre Almanya, Fransa ve İsviçre'de dolaştı. Bu gezi sırasında sosyete ve materyalizmin etkisinde kaldı. Bu dönem, eğitim kurumlarıyla ve özellikle de köylülerin eğitimsizlik sorunuyla ilgilenmeye başlamıştı. Öğrenimin her öğrencinin kişisel ilgi ve yönelimine göre uygulanması gerektiğini düşünüyordu. Yasniya Polyana'da serbest terbiyeye göre çalıştırdığı bir köy mektebi açtı. 1860'ta yine Almanya, Fransa ve Belçika'ya gitti. Proudhon'la tanışarak başta eğitim olmak üzere birçok konuda ilişkiye girdi. Bu ülkelerdeki eğitim kuram ve uygulamalarını daha ayrıntılı olarak inceledi. Bu incelemelerin neticesinde, Batı'nın yapay ve maddeci uygarlığını insanı bozan bir etken olarak görmeye başladı. Geliştirdiği düşünceleri yaymak için bir pedagoji dergisi çıkarmaya başladı. Basit, anlaşılır ders kitapları yayımladı. Aynı dönemde ahlak felsefesi de biçimlenmekteydi. Batı'nın aşırı incelmiş, yapay ve maddeci uygarlığını, doğal insanı bozan bir etken olarak görmeye başlamıştı. Bu arada kendisi de Batı'daki kumarhanelerde çok para yitirmişti.

Rusya'ya döndüğünde ülkede sefirlik kaldırılmıştı. O da kendi bölgesindeki eski serflerle toprak sahipleri arasındaki toprak ve borç anlaşmazlıklarını çözmek görevini üstlendi ve sulh hakimliği yaptı. Çarın emirlerine rağmen eski durumu korumaya çalışan Tolstoy'un asillerle arası açıldı ve görevinden istifa etti. Moskova'ya dönüp tekrar kumara başladı. Hatta bir kumar masasında, borcuna karşılık daha bitirmediği "Kazaklar"ı rehin koydu. Giderek kendini, köylülere daha yakın görmeye başladı. Bu arada Turgenyev'le yaptığı bir tartışma sonucunda onu düelloya çağırdı, ama Turgenyev bu çağrıyı kabul etmedi. Tolstoy, 23 Eylül 1862'de Moskova'da eski dostlarından bir doktorun kızı olan Sofya Andreyevna Bers ile evlendi. Karısı ondan on altı yaş küçük, canlı, kültürlü bir kadındı. Evlendikten sonra, Tolstoy, kumarı, eğlence dünyasını ve eğitim etkinliklerini bıraktı. Aşırılıklardan uzak bir yasam sürmeye başladı. Gençliğindeki içki, kumar ve çapkınlıklardan zevk alan Tolstoy, artık hayatına bir yön vermiştir. Karısının üzerindeki etkisini "Hiç böyle aşık olacağımı düşünmemiştim. Ben bir deliyim, böyle devam ederse intihar edeceğim!" diye belirtmiştir. İlk on beş yılı çok mutlu geçen bu evlilikten Tolstoy'un 13 çocuğu oldu.

Çok karışık ve fırtınalı yıllardan sonra hayatı bir sükûn devresine girdi. Bu dönemde Tolstoy, sakin bir aile erkeği ve hesaplı bir çiftçi olarak toprağını işletirken, bir yandan ona asıl ürününü kazandıracak olan büyük romanlarını yazıyordu. En güzel eserlerini bu devrede yazmış, daha sonra bazı ruh bunalımları geçirmiş, Rusya'daki muzdarip halkın hüsrânını bu zamanlarda daha çok anlamış ve yazmıştır. Kendini eserlerini yazmaya verdi. 1863'te Harp ve Sulh'u yazmaya başladı. 1864 yılı sonbaharında bir tavşan avında atıyla beraber yuvarlandı ve sağ kolu çıktı. Üç aydan fazla eli kalem tutamadı. Harp ve Sulh'u baldızı Tanya'ya söyleyerek yazdırıyordu. Toprakla uğraştığı yaz ayları dışında bütün zamanını bu büyük eserinin kahramanlarını seçmek ve tahlil etmekle geçiriyordu. İlk bölümü 1865'te çıkan Harp ve Sulh'u 1869'da tamamladı. Harp ve Sulh'un ardından - yıldan yıla artacak olan - ruhsal bir bunalıma girdi. Varlığın manasını anlama çabasıyla bir süre Optima Manastırı'na çekildi.İlahiyatçılarla sürdürdüğü tartışmaları sonucunda resmi Hıristiyanlık inancına duyduğu güvensizliğin yersiz olmadığını gördü. Yeni Ahit'in özüne bağlı kalarak kendini arayış serüvenini sürdürdü. 1873-1877 yılları arasında ikinci büyük romanı olan Anna Karenina'yı yazdı. Roman, büyük bir satış başarısı kazandı. Anna Karenina'yı bitirdikten sonra yine bir bunalıma girdi. 1873-1875 yılları arasındaki bu iki yılda üç çocuğunu ve iki halasını kaybederek üzüntüden hasta düşmüştü. Yine bu yıllarda defalarca intiharın eşiğinden döndü.

Sonraki fikir yazılarında Tolstoy'un rasyonalizmden mistizme geçişi görülür. Aslında mistik bir ruh bütün eserlerinde göze çarpar. Bu inanış seneler geçtikçe arttı ve yazarı hayat denen bilinmezliği çözmeye sürükledi. Bu nedenle de eski ve yeni zaman filozoflarının bütün eserlerini inceledi. 1880'den sonra, Ortodoks Kilisesi'ni; Hıristiyanlık'taki “ölümsüzlük” düşüncesini ve her türlü siyasal iktidarı yadsıyan, kendine özgü bir Hıristiyan anarşizmi geliştirmeye yöneldi. Mülkiyetin zor yoluyla elde edildiğini düşündüğü için, özel mülkiyete de karşı çıkıyordu. Düşüncelerini Kritika Dogmatiçeskogo Bogosaviya (Dogmatik Teolojinin Eleştirisi), Tak Çuto Je nam Delat? (O Halde Ne yapmalıyız?) ve Tsartsvo Bojiye Vnutri Vas (Tanrı'nın Hükümdarlığı Kendi İçimizdedir) gibi kitaplarında açıkladı. Bu düşünceler, 1901'de onun Kilise tarafından aforoz edilmesine yol açtı. Bu dönemde yazdığı “İvan İlyiç'in Ölümü”, “Kreutzer Sonat”, “Hacı Murat” ve son büyük romanı sayılabilecek “Diriliş” gibi eserleri, aynı manevi arayışa, ahlâksızlıkla suçladığı sanatı ve dogmalar ve mucizeler üreten Kilise'yi yadsıyışına işaret eder.

1891-1892 yılları arasında Rusya'da büyük bir kıtlık oldu ve bu kıtlığa bir de kolera salgını eklendi. Bu açlıkla mücadele günlerinde Tolstoy, karısına ve çocuklarına karşı büyük bir yakınlık duymuştu; çünkü onlar da bütün varlıklarıyla bu mücadeleye katılmışlardı. Tolstoy, çocukları arasında kızlarını daha çok severdi. Özellikle de on üçüncü çocuğu Vanişka en çok sevdiğiydi. Fakat bu güzel kız henüz yedi yaşındayken, 1895'te kızamığa yakalandı ve kurtulamayarak öldüğünde Tolstoy'un hayatı yine altüst olmuş ve bu defa da yine ölümü düşünmeye başlamıştır. Ölümden eskisi kadar korkmuyordu. Her olay, onu manevî aleme biraz daha yaklaştırıyordu. 22 Şubat 1901'de Saint Sinot, Tolstoy'un kilisece aforoz edilmesi kararını verdiğinde bile hiç üzülmemişti. Yaşı yetmiş üçü bulmuştu... Ağır bir hastalığa tutuldu.
1902 Ocağında hastalığı zatürreye ve ardından tifoya döndü. Doktorlar, ümidi kesmiş olmalarına rağmen, onun kuvvetli bünyesi tamamen bunlara karşı koydu ve iyileşip sağlıklı bir halde, Temmuz ayında, Yasnaya Polyana'ya geri döndü.
Son zamanlarında da, ilerleyen yaşına rağmen, hep yenilik ve değişiklik arayan bir çocuktan farksızdı. 82 yaşındayken, ailesiyle aralarında anlaşmazlıklar baş gösterdi. Tolstoy, kendi görüşleri doğrultusunda mülkünden vazgeçmek istiyordu, ama eşi ve yakınları buna karşı çıkıyordu. O, kendi toprağında köylü giysileri içinde çalışıyor, kendi ayakkabılarını kendisi yaparak olabildiğince başkalarının emeğini sömürmeden yaşamaya dikkat ediyordu. Bu arada eski konumunu sürdürmeye çalışan ailesiyle de arası açıldı.
1905'te Rus-Japon Savaşı başladığında, Tolstoy, savaş sebebiyle Çar Nikola'yı yüz binlerce adamı boş yere ölüme sürüklediği yolunda açık ithamlarda bulunuyordu. Tolstoy'un bu ikazlarına Çar ve hükümeti aldırış etmediği halde, bütün Rusya onu haklı görüyordu. Memleketin her köşesinde siyasi tezahürat yapılmaya başladı. Hatta bu arada St.Petesburg'ta çıkan en büyük Rus gazetesi Noviye Vremya'nın başyazarı Suvorin, şöyle yazıyordu: “İki Çarımız var: Nikola II. Ve Lev Tolstoy. Bunlardan hangisi daha kuvvetli? Nikola II., Tolstoy'a bir şey yapamıyor, onun tahtını sarsamıyor. Oysa Tolstoy, hem Nikola'nın hem de hanedanın tahtını yerinden oynatıyor.”
1905 Devrimi, onu etkilemedi. Ama ayaklanmaya katılanlar arasında şiddete karşı çıkan bu ahlakçının izleyicileri de vardı. O senenin 9 Eylül'ünde 90 yaşını dolduruyordu. Çiftlik ziyaretçilerle dolup taşarken, Tolstoy; “Etrafımı çeviren bu kadar haksız bir sefalet içinde manasız ve haksız bir lüks, bana her gün daha ağır geliyor. Yasnaya Polyana'daki hayatımı zehirliyor.” diyordu. 22 Temmuz 1910'da, üç şahit huzurunda yazdığı vasiyetname ile, bütün eserlerini en çok dert ortağı olan kızı Aleksandra'ya bırakmıştı. Evliliğinin ilk yıllarından sonra başlayan ve zaman zaman çekilmez bir hal alan aile geçimsizlikleri 1910'un 8 Kasım'ı 9'a bağlayan gecesinde bir fırtına halini aldı. Evi terk etmeye karar veren Tolstoy, gece saat dört civarında karısına bir mektup yazdı ve bu mektubunda ona 48 senelik hizmetinden ve arkadaşlığından dolayı teşekkür ediyor ve kendisi hakkında kötü hislere kapılmamasını rica ediyordu. Mektubu yazdıktan sonra kızı Aleksandra'yı uykudan kalırdı, eşyalarını topladı, arabasını hazırlattı. Yanına doktoru Duşan'ı aldı ve kimseye uyandırmamak için arabasını evin arkasındaki yollardan geçirerek Yasnaya Polyana'daki evinden çıkıp gitti.
Kozelsk istasyonundan trene bindi, üçüncü mevkide seyahat ediyordu. Optina'da trenden indi. Kardeşi Marya'yı rahibe olarak bulunduğu manastırda ziyaret etmek istiyordu. Köyde bir kulübe aradı, bulamadı ve o, burada uzun zaman gizli kalabilmesinin imkansız olduğunu biliyordu. Daha şimdiden kaldığı otelin önünde sivil polisler dolaşmaya başlamıştı. Bu sırada Yasnaya Polyana'dan kendisini her tarafta arattıkları haberini aldı. Karısının, arkasından intihara teşebbüs etmiş olduğunu öğrendi. Tolstoy, tam Poskof'tan pasaportlarını alarak Odesa-İstanbul yolundan Bulgaristan'a geçmeye karar verdiği anda kızı Aleksandra arkasından yetişti. Hep beraber geriye dönmek üzere trene bindiklerinde istasyonlarda aldıkları gazeteler, Tolstoy'un kaçışını yazıyordu. Astapovo'ya geldiklerinde hasta olan Tolstoy, gar şefinin dairesinde Dr. Duşan tarafından ayırtılan iki odadan birine yatırıldı. Hastalanarak Astapova'da trenden indiği Rusya ve bütün dünyada duyulmuştu. 15 Kasım'da zatürre olarak teşhis edilen bu hastalık, onun iki ciğerini birden sarmış ve ağır ağır o cüsseyi, sağlam yapıyı çökertmeye başlamıştı. Bütün dostları, karısı ve çocukları, Rusya'nın en büyük doktorları özel bir trenle Astapovo'ya geldiler. Çar hükümeti, halk arasında çıkması muhtemel bir karışıklığa tedbir olarak, hastanın bulunduğu bölgeyi sıkı bir polis koruması altına aldı. Saint Sinot ise yaptığından pişman olmuş olarak Tolstoy'u kiliseye alma yollarını aramaya koyulmuştu. Ağırlaşan hastaya karısıyla konuşmak isteyip istemediği sorulduğunda adeta sayıklar gibi, “Kaçmak… Kaçmak!...” diye cevap verdi.
Günden güne ağırlaşan hastayı dışarıda çocukları ve karısı bekliyorlardı. 20 Kasımın erken saatlerinde Tolstoy, dünyaya gözlerini yumdu. Ölüm haberi, Rusya'ya ve bütün dünyaya yayıldı. Cenaze töreni 23 Kasım günü, Yasnaya Polyana'da yapıldı. Hükümet, bütün taşıma araçlarına el koymuş, fiyatları da on katına çıkarmıştı. Bu yüzdendir ki Tolstoy'un cenaze töreninde, çoğunlukla civar köylerden olmak üzere ancak dört-beş bin kişiyi bulan bir kalabalık bulunabildi. Cesedi, sağlığında kendi eliyle gösterdiği bir yere: çocukken Yasnaya Polyana'nın en çok sevdiği ve oynadığı gölgeli bir köşesine bırakıldı. Bütün mal varlığını yoksullara dağıtan ve onlardan biri gibi yaşamayı seven Tolstoy, hayata gözlerini kapadığında ardında birçok eser bırakmıştır.

Kaynak : http://www.gizliilimler.tr.gg/Tolstoy-h-un-Hayat%26%23305%3B.htm